Hayrettin ÇAKMAK

Tarih: 02.10.2024 21:38

Cumhuriyet ve Demokrasi

Facebook Twitter Linked-in

Sene 2024 Cumhuriyetimiz 101 yaşında.

Cumhuriyet nedir? Konulu bir kamuoyu araştırması yapılsa; çıkacak sonucu tahmin edebiliyorum. Çünkü Cumhuriyet’e yüklenen anlamlara bakıyorum da kahir ekserisi cumhuriyeti değil demokrasiyi tarif ediyor. Keza “Monarşi/ Krallık ”da aynı yanlış algıyla demokrasinin zıddı olarak kabul ediliyor.

Cumhuriyetin demokrasi, monarşinin de demokrasinin zıddı anlayışı, tarih boyu yaşananlara terstir. Okuryazar kesimdeki bu anlayış; toplumumuzda önemli bir kesiminin derinliği olmayan kalıplaşmış (komprime) bir bilgiye sahip olduğunu göstermektedir. Bu duruma ancak “inadına cehalet” denir

Mesela dersek; Komşumuz İran, eski SSCB (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği), Saddam dönemi Irak’ın yönetim biçimi cumhuriyettir. Fakat bu devletlerin hangisinde demokrasi vardır

Hatta kötü bir örnek olarak Stalin SSCB’si, Hitler’in Nazi Almanya’sı gibi yirminci yüzyılda görülen en korkunç totaliter rejimler, cumhuriyetlerin içinden çıkmışlardır.

Buna karşın Hollanda, Belçika, Norveç, Japonya, İsveç, Danimarka, Birleşik Krallık (İngiltere), Kanada gibi ülkeler birer cumhuriyet değil monarşidir (Krallıktır). Buna rağmen bu ülkelerin çok uzun zamandan bu yana demokratik rejimleri yüksek standartta ve kesintiye uğramadan devam etmektedir.

Birbirinin zıddı olan iki kavram Cumhuriyet ile Monarşi’dir. Çünkü Monarşi’de (padişahlıkta, krallıkta) irsi (yönetimin kalıt/miras yoluyla ) intikali vardır. Cumhuriyet’te ise böyle bir intikal biçimi yoktur.

Keza cumhuriyet ile demokrasi arasında matematiksel bir bağ kurulması teorik olarak ta, Ampirik /deneysel olarak ta yanlış olur. Bir devlette rejimin Cumhuriyet olması onun demokratik olmasını gerektirmiyor. Demokratikte olabilir, anti-demokratikte. Aynı şekilde monarşi ile yönetilen bir devlet, anti-demokratik olabileceği gibi demokratikte olabiliyor.

Bir diğer yanlış algılamada; Cumhuriyet ile laiklik, monarşi ile teokrasi arasında doğrudan bir paralellik kurulmasıdır. İran bir cumhuriyettir ama dine dayalı/teokratik bir devlettir. Diğer yandan Belçika ve Hollanda monarşileri ise birer laik devlettir.

Bizde demokratik uygulama, cumhuriyetten daha eskidir.1876 da ilan edilen 1.meşrutiyet ve 1908 de ilan edilen 2.meşrutiyet denemeleri. Monarşiden Cumhuriyet rejimine geçişin köprüleridir. Çünkü bu denemelerin; zihni alt yapının oluşmasında rol aldığını/ufuk açtığını herkes kabul eder.

Bu gün Türkiye’de hemen herkes cumhuriyetçidir. Marjinal boyutta bile ciddiye alınabilecek çapta Cumhuriyet karşıtı bir kesimin olduğunu iddia etmek çok zordur.

Peki neden kuşku duyuluyor? Ya da sorun nedir?

Sorun uzun yıllara dayanan demokrasi/demokratikleşme sorunudur.

Dışarıdan bir kavramı transfer edeceksiniz, içini boşaltacaksınız, sonrada kendinize göre doldurmaya kalkarsanız şikâyet konusu sıkıntılar kaçınılmaz olur.

Biliyoruz ki cumhuriyet bir rejim, demokrasi ise rejimlerin niteliği/vasfıdır.

Demek ki demokratikleşme ile sistemin niteliği, dolayısıyla standardı yükseliyor.

Biz deyim yerindeyse demokratikleşmede tam bir mehteran (iki ileri bir geri) yürüyüşü ile 21.yüzyıla girdik. Cumhuriyeti koruma (!) adına da demokrasiyi dipçikledik durduk.

Zaten Cumhuriyeti ilan ettikten 1950 yılına kadar Türkiye’de “tek parti iktidarı” vardır. İkinci dünya savaşı sonrası kurulan yenidünyada yer alabilmenin gereği çok partili sisteme izin verilmiştir. İlk seçim 946 seçimleri, Açık oy gizli tasnif (gizli sayım) yöntemiyle yapılmış ve çalınmıştır. (Kenan Evren’in itirafıdır. CHP o seçimleri çalmıştır.)

Önceki seçimlere de seçim değil ancak seçi(n) denir.

1923-1943 döneminde 4 senede bir düzenli altı seçim yapılıyor. 1927 seçiminden başlayarak 1946’ya kadar yapılan bu seçimlerde toplam 1037 milletvekili seçiliyor. 1032’si Cumhuriyet Halk Partisi kimi seçtirmek istiyorsa onlar seçilmiştir. Sadece

5 milletvekili bağımsız seçilmiştir. Seçim değil de seçi(n) deme sebebimiz budur.

Kazım Karabekir başkanlığında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası 17 Kasım 1924’te kurulmuş, 6 ay 18 gün sonra 5 Haziran 1925 tarihinde kapatılmıştır.

Ali Fethi Okyar’a Atatürk’ün teşviki ile kurdurulan Serbest Cumhuriyet fırkası ise

12 Ağustos 1930 tarihinde kurulmuş, 95 gün sonra partiyi kapatması istenmiş o da

17 Kasım 1930 tarihinde partisinin fesih dilekçesini vermiştir.

Dönemin Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü Hasan Rıza Soyak, hatıratında, seçimler sırasında Atatürk ile aralarında geçen bir konuşmayı nakleder. Atatürk'ün kendisine seçim sonuçlarını sorması üzerine Rıza Soyak şöyle der:

"Bizim parti kazanıyor"

Tebessüm eden Atatürk, Soyak'a şu cevabı verir:

"Hayır efendim. Hiç de öyle değil. Hangi fırkanın (Partinin) kazandığını ben sana söyleyeyim: Kazanan idare fırkasıdır çocuk! Yani jandarma, polis, nahiye müdürü, kaymakam ve valiler. Bunu bilesin."

Bilindiği gibi Valiler CHP il başkanı, Kaymakamlar CHP ilçe başkanıydı.

Bugün tek parti dönemini körkütük kutsallaştıranlar bu yazılanları bilmiyorsa cahildir, biliyor ve inadım inat diyorsa; sorun ciddidir. Psikiyatri sahasına girer.

Hukuk sistemimizde yargılama birliğini bozan, askeri yargı düzenlemelerini gündeme alamıyorduk. Askeri mahkemeler yeri geldiğinde sivilleri de yargılıyordu. (Ülkemizde askeri yüksek idare mahkemesi/askeri Danıştay ve askeri Yargıtay ancak 2017 referandumu ile kaldırılabildi)

Olağan dönemlerimizde bile askeri bürokratik yapı devletin yüzde elli bir payı (çoğunluk payı) bendedir. Bu nedenle benim dediğim olur çizgisinden bir milim sapmıyordu. Darbe dönemlerinde kendi lehlerine çıkardıkları yasalarla, yaptıkları kanuna uygundu ama hukukla ve demokrasiyle bağdaşmıyordu.

Askerin “durumdan vazife çıkardık” gerekçesi “ben yaptım oldu” demenin kılıfıydı. Kısaca sistem içerisinde demokratik ülkelere kıyasla, yasama ve yürütme dar bir alana hapsedilmişti.

Yakın zamanda bir mizah sanatçısının sosyal medyada videosunu seyretmiştim.

28 Şubat sürecinde Merhum Erbakan hocanın iktidara gelince öğrencilere yapılan yardımı, beklenen çok üzerinde iyileştirmesini anlatırken; “O zamanlar başbakanları halk seçiyor, süresini ise asker belirliyordu” demişti ki doğruydu.

Seçilmişlerin kulağını çekebilen atanmışlar her zaman var olmuştur.

Bu yapının gözünde başbakanlar bir nevi şirket CEO su ya da Genel Müdürü gibiydi. Kendini şirketin sahibi gören bürokratik yapı istediği an görevden uzaklaştırıyordu. Bunu yaparken de Cumhuriyeti kolladıklarından dem vuruyorlardı.

NATO’da müttefiklerimizi (!) kızdırmadan, verilen görevleri uşak gibi iyi yaptığımız süre iktidarda kalabilirdik. Amma; çizilen dairenin dışına çıkmak veya çıkabilir algısına sebep olmak; 27 Mayıs 1960 darbesi, 12 Mart 1971 muhtırası, 12 Eylül 1980 darbesi ve 28 Şubat 1997 post modern darbesi ile CEO’ların iş akitleri feshediliyordu.

(24 Nisan e-muhtırası ve 15 Temmuz darbe girişimi ise sert kayaya çarpmıştır.)

Seçilmişler neleri yapabilir neleri yapamazdı derseniz; asgari ücreti ayarla, yol yap, köprü, baraj yap vb. vatandaşın günlük işlerini gör gibi konular görev alanıydı.

Dış politika, güvenlik, demokratikleşme gibi konular bizim alanımız diyen bir asker ağırlıklı bürokratik vesayet vardı. Biz ne dersek ne kadar dersek o olacak o kadar olacak inancı hâkimdi ve uygulanıyordu.

Bir örnek vermek gerekirse; Mesut Yılmaz’ın “Ulusal güvenlik konusu sadece askerlerin değil sivil politikacılarında işidir” sözüne karşılık; dönemin Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu bu açıklamaya sert tepki göstermiş ve  "Siz ekonomiye bakın, bu işler bizim işimiz" demişti. Kıvrıkoğlu'na göre ulusal güvenlik sadece askerlerin işidir, siviller ilgilenemezdi. İlgilenmeye kalkan azarlanıp susturulurdu.

 


 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —