Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasetteki en güçlü yönlerinden biri, yalnızca kendi tabanına değil, muhaliflerine de psikolojik bir üstünlük kurabilmesidir. Bu üstünlük, yalnızca retorikle sınırlı değildir; söylem kurma, gündemi belirleme, krizleri avantaja çevirme ve rakiplerini sürekli savunma pozisyonuna itme becerisiyle pekişir. Erdoğan sadece kendi siyasi dilini inşa etmekle kalmaz, aynı zamanda muhalefeti de bu dilin içinde şekillendirir. Bu, onun liderliğinin en temel ve belki de en az anlaşılan boyutudur.
Muhalefet, çoğu zaman Erdoğan’ın inşa ettiği anlam evreninde konum almak zorunda kalır. O bir şey söylediğinde muhalefet onu “çürütmek” için konuşur, ancak bu çürütme çabası bile Erdoğan’ın açtığı alanda gerçekleştiğinden dolayı onun kurduğu oyunun içinde kalınır. Erdoğan söylemini sürekli yeniden üretirken, muhalefet onun dilini reddetmeye çalışırken bile o dile mahkûm olur. Bu durum, muhalefetin kitlelerle kurduğu temasın yüzeysel kalmasına, kendi bağımsız düşünsel ve duygusal zeminini kuramamasına neden olur.
Bu psikolojik üstünlüğün önemli bir parçası da Erdoğan’ın toplumsal eğilimlerle kurduğu organik ilişkidir. Tüm dünyada belirginleşen muhafazakâr dalganın, Türkiye’de de güçlü bir karşılığı vardır. Aile, din, gelenek, güvenlik gibi değerler, özellikle modernleşmenin ürettiği kaygılar ve belirsizlikler karşısında toplum için bir tür sığınaktır. Erdoğan, bu değerleri sahiplenmekle kalmaz, onları bir kimlik siyaseti üzerinden yeniden üretir ve meşrulaştırır. Bu bağlamda onun politikası, sadece ekonomik vaatlere değil, aynı zamanda varoluşsal bir temele dayanır: “Biz kimiz?” sorusuna net ve duygusal bir yanıt verir.
Buna karşılık, Türkiye’deki sol ya da seküler muhalefet, bu kimliksel zemini çoğu zaman görmezden gelir. Batı merkezli bir materyalist okuma ile toplumun tercihlerinin sadece ekonomik çıkarlar ya da sınıfsal konumlar üzerinden şekillendiğini varsayar. Bu yaklaşım, seçmenin değer dünyasını, korkularını, inançlarını, aidiyet arayışlarını küçümser ya da önemsemez. Halbuki günümüz siyaseti, giderek daha çok “anlam” üzerinden şekillenmektedir. İnsanlar yalnızca refah değil, aynı zamanda aidiyet, anlam ve yönelim talep ederler.
Solun bu “anlam üretme” eksikliği, onu soyut ilkeler ve teknik çözümler etrafında dönen bir dile mahkûm eder. Bu dil, Erdoğan’ın kurduğu duygusal, kültürel ve tarihsel bağlarla yarışamaz. İnsanlar, kendilerini sadece geçim derdiyle değil, aynı zamanda “nerede duruyorum, kimlerle birlikteyim, geçmişimle gurur duyuyor muyum?” gibi sorularla tanımlarlar. Sol bu sorulara cevap veremediği ölçüde, geniş kitlelerin gönlünü kazanamaz.
Bu bağlamda, solun en büyük kaybetme sebebi, Türkiye’deki dönüşümün sadece “ekonomik bir kriz” ya da “otoriterleşme” üzerinden okunabileceği yanılgısıdır. Oysa mesele çok daha derindir: Bir zihniyet dönüşümüdür bu. Toplumun değerleri değişmekte, siyasi aidiyetler duygusal temellere kaymakta, liderlik ise teknik çözümlerden çok anlam üretme kapasitesiyle ölçülmektedir.
Dolayısıyla Erdoğan’ın başarısı sadece güçlü bir liderlik değil, aynı zamanda toplumsal ruh halini okuyabilme ve onu yönlendirebilme becerisidir. Muhalefet ise bu ruh halini anlamaya çalışmak yerine onu değiştirmeye çalışmakta, ama bu değişimi sağlayacak anlamlı bir zemin inşa edememektedir. Bu fark, seçim sonuçlarından daha büyük bir gerçekle yüzleştiriyor bizi: Türkiye’nin gidişatını sadece sandıklar değil, kültürel kodlar, psikolojik temsiller ve duygusal bağlar belirliyor.