Üçüncü dünya savaşının gündem olduğu zaman dilimindeyiz. Savaşları kazandıran en güçlü silahların başında İstihbarat ve Propaganda gelir. Fatih Sultan Mehmet bir çağı kapatıp bir çağı açtığı İstanbul’un fethinde surları yıkan topların yanında, sağlam istihbaratla ilerlemişti.
Fatih dış istihbaratta “Zimmîlerden” (Osmanlıda yaşayan gayrimüslim) yararlanmıştır. Zimmîler Hristiyan bir toplumda sıkıntı çekmeden yaşayabiliyor, yabancı dil bilmeleri ise bilgi toplamada avantaj sağlıyordu.
İstihbarat ciddi bütçe ister. Mesela Fatih; her birine senelik 4 bin duka ödediği iki casus sayesinde Venedik'teki tüm gelişmeleri takip etmiştir. Duka nedir bilir misiniz? Duka: Venedik altın akçesidir, 3.545 gram ağırlığında, % 99.47 neredeyse yüzde 100 altın saflığına sahiptir. Yıllık 4 bin duka 14 Kg altın eder. Bu sadece iki casus için verilen rakamdır. İstihbarata ne denli önem verildiği buradan ölçülebilir.
Bugün batı dünyasının elindeki en büyük silah, nükleer silahlardan da önde medya ve medyaya istikamet veren istihbarat gücüdür. “Dünya basını” diye isimlendirilen yapının sahipleri kim diye bakarsanız; “İstihbarat servisleri birinci sıradadır
Gazeteci Banu Avar haberleşmede “bütün dünya, haberleri şu üç kaynaktan alır” tespitini yapıyor, Reuters (merkezi Londra’da dır), Associated Press (ABD), Agence France-Presse (Fransa). Bu üçlü, ittifak halinde olup bütün dünyaya aynı görüşleri dayatmak, beyinleri devşirmek kendi deyimleriyle insanlığı İndoktrine (bir bilgiyi mutlak doğrudur diye telkin etmek) için işbirliği içindedir.
Henry Kissinger (Eski ABD Dışişleri bakanı) “Bir şeyin gerçek olup olmaması pek o kadar önemli değildir; fakat gerçek olarak algılanması çok önemlidir” Demiştir.
Mahir Kaynak’tan dinlemiştim. İstihbaratı, gizli servilerle ölçerseniz yanlış yaparsınız diyordu. İstihbarat devlet istihbaratı olarak ölçülür. Siz CIA en güçlü istihbarat örgütü der ve ABD istihbaratta bir numara derseniz bu ciddi bir hatadır. Çünkü: CİA Ortadoğu şefi Kraliçenin (İngilizlerin) adamı olabilir. Bu nedenle İstihbaratta devlete bakılır.
Sıralamayı da şöyle yapmıştı
1.Sırada İngiltere, 2.Sırada Rusya 3.Sırada ABD istihbaratı gelir
Osmanlı’nın 1.Cihan harbini kaybetmesinde İngilizlerin iyi yetişmiş casuslarının çok ciddi katkıları olmuştu.
Arminius Vambery (Yahudi asıllıdır) Hatıratından öğrendiğimize göre henüz yirmi yaşına gelmeden tam 16 dil konuşup on ikisinde yazabiliyormuş. Şamlı Reşit Efendi olarak bilinir. Şam medreselerinde fıkıh, tefsir ve hadis hocası olarak nam salmıştı. Derviş kıyafeti ile doğu seferine katılmış, Ruslar aleyhine İngiltere’ye ajanlık yapmıştır. O seferde “Ruslar; Türkleri afyona alıştırdılar. O tarihten sonra Türklere galip geldiler” tespitini yapar. Abdülhamit kendisini saraya çağırır ve danışmanı yapar. Bir gece çağırır ve kendisine “sarayda görevli olup başka ülkelere casusluk yapanları tek tek sayar ve bunları karşı casuslukla yakalıyorum ama yoruldum” deyince; Vambery: korkudan ayaklarım titredi ama beni çözememişti der. Abdülhamit için
“En ince ayrıntısına kadar Avrupa politikalarından haberdardır. O benim hayatımda tanıdığım en kurnaz doğuludur.” Demişti.
Bir görüşe göre Abdülhamit han, Vambery’nin casus olduğunu biliyordu. Bilmiyor gibi davranıp onun üzerinden İngiltere’ye mesaj gönderiyordu.
Vambery istediklerini elde edemeyince; İngilizlere: Osmanlının kültürünü, dilini, adetlerini çok iyi bilen özel ajanlar kullanmalarını tavsiye ediyor. Geçmiş padişahlar iktidar oldular ama muktedir olamadılar. II. Abdülhamit’le bu durumun değiştiğini İngilizlere gönderdiği mektuplarda dile getiriyordu. Burada II. Abdülhamit’in siyasi zekâsını da görüyoruz. Abdülhamit, Vambery üzerinden İngilizlere “Eğer Osmanlı çıkarlarına uygun bir dış politika izlemezseniz Almanya’ya yaklaşacağım” diyordu. Vambery Abdülhamit’i aşmanın zorluğunu görünce İngilizlere şunu söylüyor “Artık: Abdülhamit devrilmeli”
Thomas Edvard Lawrence. Yahudi asıllı olup Oxford mezunudur. Bir Arap kadar Arap dil ve adetlerini, Bir Müslüman kadar dini kuralları ve inceliklerini öğrenmiştir. Kendi ifadesiyle rolünü öyle ciddi oynuyordu ki; “yalnızken bile geceleri kalkıp namaz kılıyordum” demiştir. Bütün doğu lisanlarını şive farklarına kadar kusursuz biliyordu.
Lawrence, Araplara; "Osmanlı subaylarının üniforma düğmeleri altın kaplamadır. Kim 5 adet düğme getirirse, iki İngiliz lirasına satın alınacaktır. Diyerek zaaflarını kaşımıştır. Bunun üzerine "Bazı subaylar soyulmuş, bazıları da öldürülmüştür” Subaylar tedbir olarak üniformasız bir şekilde sokağa çıkınca; Arapların gözündeki Osmanlı subayının saygınlığı yok olur. Lawrance'nin yalanı amacına ulaşmıştır.
Merhum Turgut Özal 25 sene saklanan röportajında anlatmıştı: O dönemlerde İngilizlerin içeriden satın aldığı Güney cephesi komutanı Cemal Paşaya “konutuna İslam âlimlerinin kızlarını çağırması, onları alkollü içki içmeye zorlaması ve taciz etmesi” talimatı verilir. Paşa bu İsteği yerine getirince; İngiliz Ajanlar vasıtasıyla bu olay hızla Arap dünyasına yayılır ve “Osmanlı İslâm’dan uzaklaştı” propagandası yapılır. Mekke’de bulunan Şerif Hüseyin bu propaganda ile Lawrance’nin elinde oyuncak olur çil çil İngiliz altınları ve devlet vaadiyle İngilizlerle bir olup Osmanlı aleyhine döner. (Röportajı 1991 yılında gazeteci Yalçın Özer yapmıştı)
John Philby: Arabistan’ı Osmanlı’dan koparan casustur. Cambridge üniversitesinden mezundur. Arapça, Türkçe, Kürtçe ve Farsçayı anadil düzeyinde konuşabiliyordu. Şeyh Abdullah takma adıyla Suudi Arabistan’ın kurulmasında öncüdür. Lawrence’den birkaç gömlek üstün olduğu kabul edilir. 1924 yılında Filistin’de Yahudi göçüne izin vermiştir.
Bilindiği gibi Siyonizm: Yahudi milliyetçiliğine dayanır, Yahudileri seçilmiş üstün, diğer insanları aşağılar. Filistin toprakları üzerinde de bir Yahudi devleti kurmayı amaçlayan akımdır. Bu siyasetin karşısında olmaya da “Anti-Siyonizm” denir.
Philby Anti-Siyonizm ile özel ilgilenmiştir. Siyonistlerle uzlaşmaya varmaları için bir plan hazırlamış, Arap liderler ile istişareleri yönetip, Filistin’e Yahudi göçünün temel planlayıcıları arasında yer almıştır.
Bu kişi Kâbe imamlığı da yapmış, hacca gidenlere namaz kıldırmıştır. Bölgede bulunduğu sürede, her taşın altından bu ajan çıkmıştır. 1930 yılında din değiştirip Müslüman olduğu söylenir. Bu sayede Suudi kral İbn Suud’un danışmanı olmuştur.
Özetle Arap dünyasını Osmanlı’dan koparıp batıya bağlayan en önemli ajandır.
İngilizlerin ajanlarına bakar mısınız? Biri yalnızken bile gece kalkıp inanmadığı dinin namazını kılıyor, biri Mekke imamlığı yapıyor, bir diğeri âlim, derviş Şamlı Reşit efendi saraya kadar gelebiliyor. Sonuç Osmanlı savaşı kaybediyor.
Küçük bir karşılaştırma
Fatih Sultan Mehmet, ciddi bütçe ayırarak casuslar sayesinde düşmanın bütün bilgilerini elde ederek yol yürümüş ve Osmanlı’nın en güçlü Hükümdarı olmuştu.
Son dönemde İngilizler Fatih’in yaptığını yaparak Arap dünyasını bizden koparmıştır.
Bugün dünya üzerinde güç: istihbaratla elde ediliyor. Sadece dışarıdakileri değil, içerideki haini de istihbaratla yakalarsın.
İki kez MİT müsteşarlığı yapan Fuat Doğu "Ben MİT müsteşarlığı yapmadım, CİA’nın şube müdürlüğünü yaptım. Bir CIA yetkilisi gelse, beni Sinop'a götür dese onu oraya götürmekle memurdum." Demişti. Çünkü bütün güvenlik ve dış istihbaratımız “biz sizi koruruz” aldatmacasıyla ABD’ye emanet edilmişti. MİT içeride resmi ideolojinin tehdit olarak tanımladıklarını takip ediyordu. MİT hiçbir zaman askeri darbeleri de bağlı olduğu başbakana bildirmemiştir.
Bugün MİT dünyanın en güçlü istihbarat örgütleri ile mücadele etmektedir. İnsan kaynağı artırılan ve teknik kapasitesi yükseltilen kurum, adına yaraşır şekilde milli hamleler yapıyor. Milli sınırları aşıp bölgeye ve dünyaya doğru bir genişleme var.
MİT hakkında daha geniş bilgi sahibi olmak isteyenlere; Polat Safi’nin MİT arşiv belgeleriyle hazırladığı "Milli İstihbarat Teşkilatı 1826-2023" kitabını öneririm.