Antik dünyanın göz kamaştıran tapınaklarının, yontulmuş mermerlerinin ve düşünce devlerinin arasında bir isim, fısıltı gibi dolaşır: Irene.
Sanat tarihinin sayfalarına düşülmüş sessiz bir imza… Ne bir otoportresi kalmıştır elimizde, ne de tuvaline dokunmuş bir fırça izi. Ama onun varlığı, tarihin kıyısına iliştirilmiş ince bir not gibi: “O da vardı.”
Irene’nin yaşamı M.Ö. 3. yüzyılda, büyük ihtimalle Atina ya da çevresindeki bir sanat merkezinde başladı. Babası ressam Kratês, yalnızca sanatıyla değil, kızına verdiği sanat eğitimiyle de iz bırakmıştı. O çağda bir kız çocuğunun eline fırça alması bile büyük bir cesaretti. Ama Irene, babasının atölyesinde, renkleri annesinin sesi gibi tanıyarak büyüdü.
Antik kaynaklar onun aşk hayatından hiç söz etmez. Belki bir adamın gölgesine sığmayı reddettiği için; belki de fırçaları, kalbindeki boşlukları dolduran tek sadık dostuydu. O yalnızlığı seçmedi; yalnızlık onu seçti. Bir kadının suskunluğundan büyüyen bir direnişti onunki.
Irene, genç bir kızın portresini yaptığıyla anılır. Kimdi o kız? Kendi yansıması mıydı? Bir kız kardeş mi, yoksa düşlediği özgür bir kadının yüzü mü?
O resim kayboldu ama Irene’nin çizgileri hâlâ görünmez bir kalemle tarihin üzerine yazılı. Bir kadının kadını anlatması, bin yıl sonra bile ses getirecek kadar güçlüydü.
Kaynaklar suskun ama içimde Irene’nin bir gün babasıyla yan yana, ilk defa birlikte bir tablo tamamladığı anı hissediyorum. Belki de o gün, “Ben de sanatçıyım” diyebildiği andı en mutlusu. Babasının susarak ama gözleriyle kabul ettiği, onun bir ressam olduğunu onayladığı o ilk an.
Düşünsene , eserini sergileyememek, yalnızca erkek ressamların adıyla dolu duvarlara bakmak… Her tabloya gizli gizli bakıp, “Ben de yapabilirim” demek. Ama her seferinde bir kadının isminin cılız kalması…
Bir sanatçının, kalabalıkların önünde alkışlanmak yerine, tarihin tozlu dipnotlarında unutulması kadar acı bir şey olabilir mi?
O dönemde adını bildiğimiz çok az kadın sanatçı var: Timarete, Aristarete, Iaia, Kalypso… Belki birbirlerini hiç görmediler. Ama bir zincirin halkaları gibi, sessiz bir birliktelikle omuz verdiler geleceğe. Irene, yalnız değildi. Onlar kadının sanatla var oluşunun ilk örnekleriydi.
Irene’nin ölümü hakkında hiçbir bilgi yok. Ne yaşı, ne yeri… Ama belki de en güzel ölümlerden biridir bu:
Hiçbir krala hizmet etmeden, hiçbir tanrıya methiye yazmadan, yalnızca kadını anlatmak… Ardında bir tek tablo, bir tek fısıltı bırakıp göçmek.
Ve ben, yüzyıllar sonra, senin adını bir gazetenin köşe yazılarında hatırlattım, Irene…
Sana “unutulmuş” dediklerinde kızıyorum.
Çünkü sen unutulmadın.
Yalnızca erkeklerin yazdığı tarih kitaplarına yazılmadın.
Ama kadınların kalbinde, sanatın özgürlüğünde, her fırça darbesinde senin adın var.
Sen bir ressamdın.
Bir kadındın.
Ve bir devrimdin.
Sanat ölümsüzdür..
Sanatçılarda ..
NOT: Bu yazı; kaynak gösterilmeksizin, izinsiz olarak kopyalanamaz, çoğaltılamaz, alıntılanamaz ya da başka bir mecrada yayımlanamaz.
Telif 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında korunmaktadır.