Kimine göre Yakın Doğu, kimine göre Ortadoğu, tarihin hemen hemen her döneminde çatışmalara, savaşlara sahne olmuş, zengin toprakların yurdu olan bu coğrafya, tarihin ve hayatın başladığı yer. Coğrafyası itibariyle kesişme noktalarından biri olup, üç büyük semavi dinin ortak noktası. Bu topraklarda tarih boyunca gerek su savaşları gerek dini çatışmalar gerekse yer altı zenginlikleri dolayısıyla petrolden çok kan ve gözyaşı akmıştır. Tarihin gördüğü en büyük zulümler burada yaşanmış, topraklar kana ve gözyaşına doymamıştır.
Bu kanla yoğrulmuş toprakların her taşı, her vadisi bir hikâye anlatır. Ortadoğu, sadece coğrafi değil; aynı zamanda kültürel, dini ve tarihi olarak da dünyayı şekillendiren bir çekim merkezidir. Ancak bu merkez oluş, beraberinde her zaman huzuru değil; çoğu zaman çatışmayı, işgali ve hesaplaşmayı getirmiştir.
Babiller, Asurlar, Mısırlılar, Akadlar, Fenikeliler, Persler, Medler ve adını sayamayacağımız birçok uygarlığa yurt olmuş bu kadim topraklar, bugün uygarlıklardan kalma kültür medeniyetten çok uzak olup, sadece büyük güçlerin oyun alanı haline gelmiştir ve birbirleriyle mücadele ettikleri bir saha olmuştur.
İnsanlık medeniyetinin beşiği olan bu coğrafya, bugün ironik biçimde medeniyetin uzağında, çatışmaların göbeğinde kalmıştır. Dünya tarihini şekillendiren bu halklar artık dış müdahalelerle yönlendirilen aktörlere dönüşmüş, kendi kaderlerini tayin etme iradeleri ise ya bastırılmış ya da satın alınmıştır. Ortadoğu, artık bir paylaşım haritasıdır.
Bu coğrafya geçmişte büyük imparatorluklara ev sahipliği yapmış olsa da bugünkü haline baktığımızda, bölge insanının kendi kaderine sahip çıkama hakları ellerinden alınmış halde ve sürekli dış güçlerin etkisi altında kaldığı bir tablo ile karşılaşmaktayız. Üstelik bu tablo, artık sadece siyasetin ya da ekonominin değil, insanlık onurunun da sınandığı bir tabloya dönüşmüştür.
Şu an bile bu satırlar yazılırken, kimimiz ailemizle vakit geçirirken, kimimiz dışarıda yağmurun sesini dinlerken, Ortadoğu’da kan akmakta, insanlar yurtlarından edilmekte, çocuklar gözyaşı içinde hayat boyu unutamayacakları acıları küçücük yaşlarda tecrübe etmektedir.
Her gün onlarca masum hayattan silinirken, dünya başka yönlere bakmakta Uluslararası örgütler gözlerini kapatmakta, Justitia’nın terazisinde artık adalet, hukuk değil güç kefesi ağır basmaktadır.
Bu coğrafyada yaşananlar, sadece bir savaş değil, insanlığın geleceğine dair büyük bir sınavdır. Ortadoğu’da dökülen her damla kan, sadece oradaki bir hayatı değil; insanlığın ortak vicdanını yaralamaktadır. Bugün bölgede akan kan dur denilmediği takdirde yarın başka coğrafyalarda da akacaktır.
Batının bölgeye olan ilgisi sadece enerji kaynaklarından değil, bu toprakların taşıdığı tarihsel ve dini anlamdan da kaynaklanmaktadır.
Batının bölgeye bakışı ise tarih boyunca değişmiştir. Batı için bu topraklar hep cazip olmuştur.
İsrail kurulmadan hemen öncesinde Yahudi Hahamlarınbölgeye gelip hazırladıkları raporda şu çarpıcı cümle, bölgeye olan isteğin en net göstergesidir. “Gelin çok güzel, ama başkasıyla evli”.
Ve o “başkası”, kimi zaman Osmanlı’dır, kimi zaman ise bölge halkları.
Batı, bu yüzden bu toprakları her zaman soylara göre değiştirmiştir. Emperyal güçler Arapları Ürdün, Suriye, Irak, gibi soylara bölmüş, kendi çıkarına uygun liderleri başa getirmiş, bir gün bir Şah’ı desteklemiş, ertesi gün onu devirmiştir. Bir gün Saddam’ı büyütmüş, ertesi gün onu asmıştır. Kimi zaman Arap Bahar’ını özgürlük gibi pazarlamış, Irak işgaline ihtilal demiş, kimi zaman ise darbeleri demokrasi gerekliliği diyerek meşru göstermiştir. Çünkü bu topraklar, kendi dinamikleriyle değil, hep dışarıdan biçimlendirilmiştir. Ortadoğu’da bir rejim değişikliği sadece o ülkeyi değil, tüm bölgeyi etkileyen domino taşına dönüşmüştür.
Acının dili aynıyken, politikanın ruhu ve vicdanı yoktur. Bugün Ortadoğu’da yaşanılan acıları hatırlamak, hissedebilmek adına giriş yaptıktan sonra, şimdi bu yangının içine bakarak, bölgesel aktörler üzerinden coğrafyayabakmaya çalışacağız.
İRAN-İSRAİL GERİLİMİ
7 Ekim’den bu yana süregelen kanlı çatışma ile birlikte İran, İsrail’e yönelik vekil kuvvetleriyle saldırılar başlatmıştı.Hizbullah, Haşdi Şabi ve bugün ise Husiler İsrail için tehdit oluşturmakta. Amerika’nın İran politikalarına dair sert söylemlerin dozu arttıkça iyice gerginleşen bölgede olası bir İran saldırısı sonrası bölgede uzakta olsa topyekûn bir savaş ihtimali olacaktır. Nitekim İran’ın kırmızı çizgisi olan ve her fırsatta dile getirdiği nükleer tesislere saldırı olması durumunda var gücüyle karşılık vermesi muhtemeldir. Böyle bir saldırı sonrası İran’ın da bölgede ve körfezde ABD ve İsrail destekçisi ülkelerin rafinelerine saldırma olasılığı dünya ekonomisini bunalıma sokacak petrol fiyatları tavan yapacaktır. Bölgede istikrarsızlık ve bunalım yaşanacak, yeni göçler ile demografiler değişecek maddi manevi çöküş yaşanacaktır.
İSRAİL-FİLİSTİN
İsrail’in Filistin’e yönelik saldırıları 1948’den bu yana devam etmekte Antisemitizm kartını sürekli ortaya süren İsrail yaşadıklarını yaşatmaya ant içmiş belli ki..
Saldırıların devam etmesi durumunda çanlar muhakkak İsrail için çalacaktır. Hamas, Hizbullah gibi örgütlerin ortadan kaldırılmak istenmesi aslında sorunu çözmeyecek, bunların yerine yeni örgütler oluşacaktır. Daha tecrübeli, tepkili ve radikal olması muhtemel bu örgütlerin sayısı hızla artacak, kendi içlerinde yeni örgütler oluşacak ve İsrail daha büyük problemlerle karşı karşıya kalacaktır. Bu sahanın getirisi olacak, hukuki alanda da tepkilerin artmasıyla adalet önünde de hesap vermekten kurtulamayacaktır. Netanyahu bu yüzyılın Eichman’ı olacaktır.
DENGE UNSURU VE BÖLGESEL GÜÇ TÜRKİYE
Türkiye, dış politika da İsrail'e sert eleştiriler yöneltmeye devam etmeli ancak bölgesel çatışmaların büyümemesi için diplomatik kanallar açık tutmalıdır. İran’la ilişkileri, enerji, ekonomi ve güvenlik bağlamında pragmatik, ancak mezhep ve ideolojik olarak sınırlı bir ittifaka dayanıyor ve dengede yürütüyor. Dengede diplomasi devam etmeli İran ile sınır güvenliğini korunmalıdır. Türkiye’nin Uluslararası kuruluşlar vasıtasıyla İsrail’e yönelik sesini daha gür çıkarması elzemdir. İsrail’in Filistin’e saldırıları sertleştikçe dünyada özellikle genç kuşak nezdinde Filistin destekçilerinin hızlanarak artması kamuoyu baskısı bağlamında İsrail’i zora sokabilecek duruma getirebilir. Filistin destekçileri sadece saha da değil aynı zamanda dijital dünyada da kamuoyu baskısı oluşturmalı ve bu baskı lobi faaliyetleri ile desteklenmelidir. Aynı zamanda Körfez ülkeleri ile diplomatik ilişkileri daha güçlü hale getirmeli, bölge ülkelerinin İran’a karşı duyduğu kaygıyı pragmatik olarak lehine çevirmeli ve bölgesel güç olarak sivrilmelidir. BM, İİT (İslam İş birliği Teşkilatı), ICJ (Uluslararası Adalet Divanı) ve AB gibi platformlarda Filistin için hukuki, diplomatik ve insani girişimleri artırmalıdır. Sadece bölgeyle sınırlı kalmayarak Latin Amerika ve Afrika’daki benzer görüşlü ülkelerle blok oluşturmalıdır. Bu yaklaşım sonucunda Filistin davası sadece bölgeyle sınırlı kalmayarak uluslararası alanda daha da bilinir hale gelecek evrensel bir mesele haline dönüşecektir. Türkiye ise girişimleriyle davanın lokomotifi olacaktır.
SURİYE DENKLEMİNDE TÜRKİYE-İSRAİL İLİŞKİLERİ
Bölgede, Suriye’nin geçiş hükümetiyle Türkiye’nin kurduğu diyaloglar, bölge huzuru adına önemli bir güven unsuru oluşturuyor. Ancak, bu gelişme İsrail için hoş bir durum olarak görünmemektedir. Suriye, yeniden yapılanma sürecinde, şu an için bölgesel güç dengeleri ve güvenlik politikaları açısından büyük bir belirsizliğe sahip. İsrail’in, Suriye’deki gelişmelere ve özellikle de geçiş hükümetinin kurulmasına yönelik askeri faaliyetleri, Türkiye için ciddi endişe oluşturmaktadır. Suriye’deki istikrarsızlık ve İsrail’in bölgedeki etkisini artırma çabaları, Türkiye’nin sınır güvenliğini ve stratejik çıkarlarını doğrudan tehdit etmektedir.
İsrail’in Suriye’nin yeniden şekillenen yönetimi üzerindeki askeri etkisi, özellikle kuzeydeki sınır bölgelerinde daha belirgin hale gelebilir. Bu noktada, Türkiye’nin askeri gücünü caydırıcı bir faktör olarak kullanmaktan çekinmeyeceği aşikardır. Türkiye’nin, özellikle sınır bölgelerinde yerleşim yerlerinin, mülteci kamplarının ve kritik altyapıların güvenliğini sağlamak adına, askeri stratejilerini sürekli olarak güncellemesi gerekmektedir. Türkiye, Suriye’deki bu belirsizliğin İsrail’in lehine çevrilmesine müsaade etmeyecek ve bölgedeki askeri güç dengesini kendi stratejik çıkarları doğrultusunda şekillendirecektir.
Türkiye ve İsrail arasındaki potansiyel çatışma, uzun vadede kaçınılmaz bir son gibi görünmekte ancak, bu çatışmanın öncesinde atılması gereken ilk adım diplomatik kanallarla sağlanacak çözümler olmalıdır. Türkiye, diplomatik yollarla İsrail’e karşı güçlü bir tavır sergileyerek, bölgesel istikrarsızlığı engellemeye çalışmalıdır. Aynı zamanda, askeri caydırıcılığın da bu süreçte önemli bir rol oynayacağı aşikardır. Türkiye gerek Suriye ile olan ilişkilerini gerekse de İsrail ile olan güvenlik stratejilerini dikkatlice şekillendirerek, bu sürecin olası çatışmalara dönüşmeden, daha dengeli bir zeminde ilerlemesini sağlayabilir.
Türkiye’nin, Suriye’deki geçiş süreci ve Suriye’nin yeniden yapılanma sürecine aktif katılımı, Türkiye’nin bölgedeki etkinliğini artırması anlamına gelecektir. Aynı zamanda Türkiye, askeri gücünü bölgesel istikrarı sağlamak adına kullanarak, olası bir çatışmayı önlemek için daha güçlü bir caydırıcılık oluşturabilir. Ancak bu süreçte, diplomatik adımların ön planda tutulması ve uluslararası hukuk çerçevesinde hareket edilmesi, uzun vadede Türkiye’nin bölgedeki rolünü güçlendirecek, uluslararası arenada ve dış politikada saygınlığı daha da artacaktır.
Sonuç olarak Türkiye, tarihsel sorumluluğu, halkın vicdanı ve bölgesel ağırlığıyla Ortadoğu’da sessiz kalan çoğunluğun sesi olabilir. Ama bu sesin yankı bulması için sadece bağırmak değil, stratejik sabır, etkili iletişim ve yüksek diplomasi gerekmektedir.
Bugün ülkemizin doğru adımlar atması, sadece bir ülkenin değil, bir coğrafyanın kaderini değiştirebilir.