27 Ekim 1947'de, Hindistan ile Pakistan arasında Keşmir bölgesi konusunda başlayan anlaşmazlığın önemli bir dönüm noktası yaşandı. Hindistan, Prenslik Devleti olan Keşmir'in Maharacası Hari Singh'in talebi üzerine bölgeye asker gönderdi. Bu hamle, Keşmir'in Hindistan'a katılmasını ve Hindistan ile Pakistan arasında günümüze kadar sürecek bir kriz, gerilim ve çatışmayı başlattı. O günden beri, Keşmir sorunu Hindistan ve Pakistan arasında çözülemeyen bir mesele olarak devam etti.
Hindistan ve uluslararası camia bu konuda beynelmilel hukuku hiçe sayan bir siyaset takip ediyor. Fakat bu meselenin bir de kardeş Pakistan açısından içe bakan yönü var. Yani Pakistan devletini, Pakistan halkını ilgilendiren yönü.
Bu yazıda, madalyonunun o tarafına dikkat çekmek istiyoruz.
Bir ülke kendi içinde siyasi, ekonomik, toplumsal ve askeri açılardan güçlü olursa devleti de güçlü olur. Güçlü devlet de sorunlarını daha kolay çözer. İç bütünlüğünüz zayıf ve kırılgansa dış müdahalelere müsaitse hasımlarınız bunu sürekli kaşır ve size karşı kullanırlar.
Keşmir meselesinin 77 seneden bu yana çözülememesinin esas sebebinin, Pakistan’ın bir türlü istikrara kavuşamayan iç dinamikleri olduğunu düşünüyoruz. Bu durum hem dahili konularda hem de harici meselelerde çözümsüzlüğü besliyor.
Bunun üzerinde derin derin düşünmek ve öncelikle buna bir çözüm bulmak zorundayız. Eğer bunu çözemezsek asırlar da geçse Keşmir gibi meselelere çözüm bulmamız kolay olmayacaktır
Pakistan’da hiç değişmeyen siyasi dramlara dikkat çekmek istiyoruz. Askeri darbeler, yüksek mahkemenin siyaseti tanzim etme girişimleri, sürgünler, karanlık siyasi cinayetler ve tabii ki devam eden siyasi, içtimai ve iktisadi istikrarsızlıklar…
Nükleer silahlara sahip olan tek Müslüman ülke Pakistan. O sebeple dünyanın dikkatle takip ettiği bir coğrafya. Pakistan siyaseti ve bu kardeş ülkede cumhurbaşkanlığı, başbakanlık gibi en üst düzey görev yapmış olanların akıbetleri her zaman dikkatimizi çekiyor. Bu hazin hikâyeyi daha kolay anlamak için Pakistan’ın siyasi aktörlerine ve onların akıbetlerine kısaca göz atalım.
Pakistan'ın 77 yıllık tarihinde hiçbir başbakan 5 yıllık görev süresini tamamlayamadı. 1947’de Pakistan’ın kuruluşundan bu yana 15 cumhurbaşkanı ve bazıları mükerrer olmak üzere 23 başbakan görev yaptı. Ülke 1958-1971, 1977-1988 ve 1999-2008 yılları aralarında ordu tarafından yönetildi.
Pakistan’ın bağımsızlığından bir gün sonra 15 Ağustos 1947'de Liyakat Ali Han, ülkenin ilk başbakanı seçildi. Han, 5 yıllık görevini tamamlayamadan 16 Ekim 1951’de suikast sonucu hayatını kaybetti.
Liyakat Ali Han'dan boşalan koltuğa, Havaja Nazimuddin geldi ancak o da 2 yıldan az bir süre Başbakanlık yaparak Genel Vali Malik Gulam tarafından 17 Nisan 1953'te görevinden alındı. Nazimuddin'in görevden alınmasının ardından aynı gün başbakanlık görevine gelen Muhammed Ali Bogra, Genel Vali Vekili İskender Mirza tarafından bölgesel meseleler ve Mecliste yeterince desteğe sahip olmadığı gerekçesiyle 12 Ağustos 1955’te azledildi
Ülkede 13 yıl süren sıkıyönetimin ardından Nurul Emin, 7 Aralık 1971'de Yahya Han'ın yönetimi altında Başbakan olurken, 20 Aralık 1971'de görevden alındı. Emin, ülke tarihinde 13 gün görevde kalarak en kısa süre başbakanlık yapan ismi oldu.
Zülfikar Ali Butto ise 14 Ağustos 1973'te ülkenin Başbakanı oldu ama o da 1977'de General Ziya'ül Hak tarafından yapılan askeri darbeyle devrildi ve 1979'da çeşitli suçlamaların ardından hazin bir şekilde idam edildi.
Navaz Şerif, 1997'de yapılan seçimlerde Başbakan oldu ama 12 Ekim 1999’da General Pervez Müşerref'in askeri müdahalesiyle devrildi.
Ülkenin siyasi tarihinde 1989'da Benazir Butto ve 2006'da Şevket Aziz'e karşı güvensizlik oylaması yapılmış ancak her iki başbakan da bu oylamadan koltuklarını koruyarak çıkmıştı. Başbakan İmran Han, Pakistan'ın 77 yıllık tarihinde güvensizlik oylamasıyla karşı karşıya kalan üçüncü isim oldu. İmran Han'ın muhatap olduğu güvensizlik oylaması Anayasa'ya aykırılık gerekçesiyle reddedilmiş ve ardından Cumhurbaşkanı Arif Alvi, Başbakan İmran Han'ın çağrısıyla Meclisi feshetmişti. Lakin devamındaki gelişmeler son derece rencide ediciydi...
Buraya kadar çok kısa özetlediğimiz örnekler bile fazlasıyla üzücü. Ama genel tablo çok daha vahim. Siyasetçiler elbette hata da yanlış da yapabilirler. Bunlara yaptırımlar tabii ki olmalıdır. Demokratik ülkelerde en büyük yaptırım seçimlerdir. Ancak bir ülkede siyasetin ve siyasi liderlerin devamlı olarak yıpratılması, gözden düşürülmesi, aşağılanması o devletin rakiplerinin ve düşmanlarının işine yarar, vesayet odaklarının müdahalesini kolaylaştırır. Ülkenin enerjisi içerde kısır çekişmelerde tüketilir. Böyle bir ülkede siyasi, sosyal ve ekonomik gelişme ve başarı olmaz.
Ülkenin 77 yıllık tarihine bakıldığında potansiyel siyasi liderler açısından hiç de iç açıcı ve teşvik edici değil. Düşünebiliyor musunuz? Pakistan’a başbakan ve cumhurbaşkanı olmayı düşünen birinin, öldürülmeyi, idamı, sürgünü, bir adi suçlu gibi polis tarafından derdest edilmeyi, mahkeme tarafından azledilmeyi, cezaevine girmeyi ve Meclis tarafından düşürülmeyi mutlaka göze alarak yola çıkması gerekiyor.
Seçilmiş liderler devre dışı bırakılınca kimler fiilen ülkeyi yönetiyor ya da devlete yön veriyor? Ülke içinde halka hesap vermeyen kişiler, kurumlar ve o ülkenin rakibi veya düşmanı olan ülkeler. Elbette siyasetçiler arasında da bu gruba girenler olabilir. Bunlar da göz önünde tutulmalıdır. Fakat bunun önlenmesi için daha faydalı ve ülkeye/devlete zarar vermeden farklı hesap sorma mekanizmaları geliştirilmelidir.
Benzer süreçleri Türkiye de yaşadı. Bunların çoğu dış yönlendirmeli müdahalelerdi. Türkiye bunun mücadelesini yaptı ve başardıktan sonra kendi aleyhindeki uluslararası oyunları bozan, her yerde sözü dinlenen bir devlet oldu. Pakistan da öyle olsun istiyoruz ve bu zor değil.
Aynı iradeyi can kardeşimiz Pakistan’ın da göstermesini ve ülkenin istikrara kavuşmasını gönülden arzu ediyoruz. Temenni ederiz ki artık Pakistan’da istikrar olsun ve geçmişteki olumsuzluklar, dramlar tekrarlanmasın. Bu takdirde, Türkiye gibi gerçek dostlarının da yardımlarıyla kardeş Pakistan iç ve dış her meselesini kolaylıkla çözebilecek, bölgenin ve dünyanın en önemli aktörlerinden biri haline gelecektir diye düşünüyoruz.
Keşmir ve Müslüman ülkelerin müzminleşmiş diğer benzeri sorunlarının çözümü hususunda öncelikli konu Müslüman devletlerin bir üst kimlik ve çatı altında toplanarak güç birliği yapmalarıdır.
Son tabloya bakıldığında soykırımcı Siyonist İsrail ve ardındaki Haçlı devletler, Filistin, Lübnan, Suriye ve İran’a ardı ardına pervasızca saldırıyor. Sırada Ürdün, Mısır, Irak, Suudi Arabistan ve Türkiye var. Müslümanlar dağınık olunca tek tek avlanıyorlar.
Eğer Müslüman devletler güç birliği ile ortak hareket etselerdi buna kim cesaret edebilirdi?