Günümüzde göç önemli bir küresel olgudur. Küresel göç, günümüzde dünya genelinde önemli bir konu olarak öne çıkıyor. Göç, ekonomik, politik, sosyal veya çevresel nedenlerle gerçekleşebilir ve bu hareketlilik, genellikle belirli gruplar üzerinde farklı etkiler yaratır. Özellikle kadınlar, göç sürecinde özel bir dikkat gerektiren gruplardan biridir.
Kadınlar, göç etme kararını aileleri veya toplumları adına alabilirler. Ancak, göç ettiklerinde, yeni bir ortama uyum sağlama, ekonomik katkı sağlama ve ailelerinin refahını sürdürme gibi ek sorumluluklarla karşılaşabilirler. Göçmen kadınlar, yeni ülkelerinde iş bulma sürecinde cinsiyet ayrımcılığıyla da karşılaşabilirler ve bu durum, ekonomik bağımsızlıklarını sınırlayabilir.
Bununla birlikte, göçmen kadınlar aynı zamanda toplumlarına ve ekonomiye önemli katkılar sağlayabilirler. Örneğin, ev hizmetleri, bakım sektörü ve tarım gibi alanlarda çalışarak ekonomiyi desteklerler. Aynı zamanda kültürel çeşitliliği artırarak toplumların zenginleşmesine de katkıda bulunurlar.
Ancak, göçmen kadınlar genellikle dezavantajlı konumda olabilirler. Yetersiz yasal koruma, dil engelleri, sosyal izolasyon ve ekonomik güvencesizlik gibi sorunlarla karşılaşabilirler. Bu nedenle, göç politikalarının ve toplumların, göçmen kadınların haklarını korumaya ve entegrasyon süreçlerini desteklemeye odaklanması önemlidir.
BBC’nin bir programında Avrupa’da yer alan bir göçmen kampında (jungle; vahşi orman adı verilen yaşam koşulları son derece kötü kamplardan birisinde) bir kadın elinde telefonu ile kuyrukta saatlerce bekleyip, telefonunu 5dk şarj ediyor. BBC muhabiri soruyor bu 5 dk şarj ettiğin telefonunla ne yapacaksın, kimi arayacaksın? Kadın kocaman kara gözlerini açarak anlatıyor “bir zamanlar mutlu olduğum bir evim ve ailem vardı. Özel günlerde, bayramlarda çok güzel yemekler yapardım ve ailecek toplanıp yemek yerdik. Şimdi bu şarj ile o günlerde yaptığım yemeklerin, aile sofralarımızın fotoğraflarına bakacağım” dedi. Çok etkilendim. Çağdaş bir “kibritçi kız” öyküsünün göbeğindeydik. Sıradılı bir göçmen kampında, jungle’ın insanlık dışı vahşi ortamında, geçmişteki sıradan yaşamının mutluluk veren anlarının sıcaklığını yansıtan yemek fotoğrafları ile yaşama tutunmaya çalışan genç bir kadın.
Sıradan yaşamları zaten bir çok güçlük içeren kadınların, göç sırasında ya da göç ettiği yeni yerde yaşamaya çalışırken baş etmek zorunda kaldığı yeni sorunları aşmaya çalışırken eklenen sağlık sorunları yaşadığı güçlükleri katmerlendiriyor.
Göç çağlar boyunca hep varolan bir olgudur. İnsanlık tarihinde önemli nedenlerle, önemli etkiler yaratan göç olayları büyük değişimlere yol açmıştır. Bunun yanısıra öteki canlılar için de çeşitli nedenlerle (üreme, kıtlık, açlık, mevsim döngüleri...) göç söz konusu olmaktadır. Biyoetik en genel tanımıyla, evrensel olarak tüm canlılar için “iyi olanı” sorgulayan ve tanımlamaya çalışan bir kavramdır. Bu bağlamda bir canlılık kültürü tarihi ve gelecek kuşaklara karşı sorumluluklarımız da biyoetiğin kapsamı içindedir. Biyoetik biyopolitikalar aracılığıyla yaşama geçirilebilir. Biyoetik ve biyopolitikalar insanlık tarihinde yeni tanımlanan kavramlar olmakla birlikte, kapsamı geçmişe dayanmakta ve uygulamaların niteliği “gelecek kuşaklara” ilişkin sorumluluklarımız çerçevesinde geleceği de içermektedir. Bu konuşma kapsamında biyoetik ve biyopolitikalar ışığında insanların göçünü kadın sağlığı açısından etkileriyle, göç olgusunun kadın sağlığından yansımalarıyla değerlendireceğim.
Öncelikle, Göç, özellikle kökleri koparan önemli toplumsal olgulardan birisidir. Kökleri koparması önemli bir olgudur. Böylece yabancı bir ortamda, özellikle yabancı bir ülkeye gidildiyse, yabancı bir dille insanlar kendilerini ifade edemedikleri için öteki kimlikle topluma uyum sağlamaya çalışıyorlar. Bunu başardıkları oranda daha az sorun yaşıyorlar, başaramadıkları oranda da, özellikle dil sorunu varsa, sıkıntıları artıyor. Yapılan bir çok araştırmada ve benim yaptığım araştırmalarda gözüken şeylerden birisi, göç eden bireylerin sağlıklarının yerleşik bireylere göre bozulduğudur. Bunun çeşitli sebepleri vardır. Göç olgusu ciddî bir travma yaşanmasına neden olabilir.
“Toplum ve Göç” temasıyla düzenlenen bir Sosyoloji kongresinde sunduğum“Tıp Etiği Açısından Göç ve Sağlık” başlıklı çalışmada da değindiğim gibi göç ve sağlık yakından ilişkili kavramlardır ve özellikle kadın ve çocukların sağlığı bu konuda daha hassastır. Göç eden kadınların sağlık durumundaki bozulma, belirgin etkilenmiş göstergelerle yansımaktadır.
Dünya Sağlık Örgütü’ne göre sağlığın tanımı, biyo- psiko- sosyal açıdan tam bir iyilik hâlidir. Göç eden bireylere bir sağlıkçı ve aynı zamanda Kamu Yönetimi Uzmanı olarak baktığımda temel bir sorun görüyorum. Bu insanlar biyolojik olarak daha çok örselenmiş oluyorlar. Çünkü mesafe uzunda olsa kısa da olsa, göçün getirdiği bir yol travması yaşıyorlar. Psikolojik olarak; alıştığı değer sisteminden ve kendi toplumunun değer sisteminden ve geleneklerinden koparak başka bir toplumda, kendisi olarak ama öteki toplumla uyum sağlayarak varolma çabası güdüyor. Bu da psikolojik açıdan sağlık sorunu doğuran önemli bir durum. Sosyal açıdan iyi olmak ise içinde bulunduğun toplumda varlığını hissettirebildiğin bir iletişim ağıyla mümkündür. Göç eden bireylerin bu konuda kendilerini yetersiz hissettiklerini ve zorlandıklarını görüyoruz.
Başka bir şehirden İstanbul’a göç edenlerle Türkiye’den Almanya, İsviçre, Avusturya gibi farklı insan topluluklarının içine girenlerin arasında benzer paydaları olan ortak sağlık sorunlarının yaşandığını görüyoruz.
Göç eden insanlar genellikle dar mekânlarda yaşamak zorunda kalıyorlar. Ekonomik ve sosyal nedenlerle barınma ortamları çok iyi olmuyor. Yeni göçerlerin de ilk konakladıkları evler oluyor belki de bu evler. Böylece bunlarda, esas düzenin sürmesinde sorumluluğun kadının üzerinde olduğunu görüyoruz. Ailede kadının rolü çok merkezî bir yerde. Çocukların topluma uyum sağlaması, eşin çalışırken yaşadığı sıkıntıların üstesinden gelmesi ve evdeki düzenin devam etmesi hep kadının sorumluluğunda olan konulardır. Zaman zaman kadının da göç ettiğini ve çalıştığını görüyoruz. Bunların her birisi farklı sağlık sorunları doğuran grupları oluşturuyor aslında. Fakat hepsinde gördüğümüz ortak yönlerden birisi göç eden kadınların göç eden erkeklere oranla daha fazla sağlık sorunu yaşıyor olmaları. Daun tarafından 1994 yılında yayınlanan ve gönenç düzeyi yüksek toplumlarda göçmen kadınların durumunu araştıran bir kitapta, İsveç’te birinci kuşak göçmen kadınlar (Yunan, Türk, Yugoslavya gibi ülkelerden gelen), yerel kadınlara oranla üç kat daha fazla hastalanma riski taşıyorlar.
Aslında kadının vaktini geçirebildiği bir işi, özellikle severek çalıştığı bir işi varsa sosyal çevreye daha kolay uyum sağladığını, göç yüzünden yaşadığı travmayı daha kolay atlattığını görüyoruz. Bu tip kadınlarda hastalık belirtilerine daha az rastlandığını ya da hastalığın kolayca atlatıldığını görüyoruz. Fakat çalışmayan ve kalabalık aile bireyleriyle kendisi ilgilenmek zorunda olan kadınların, hem iç göçte hem dış göçte, üstlendikleri sorumluluğun çok ağır olduğunu görüyoruz. Bu nedenle pasif bir kendini ifade etme biçimiyle hasta kimliğine bürünüyorlar. Yakalandıkları hastalıklara baktığımızda bunların da birçoğunun psikosomatik kökenli olduğunu görüyoruz. Yüz yüze yapılan araştırmalarda kadınlar özellikle kafalarının huzurlu olmadığını söylüyorlar ve bu nedenle çok ciddî rahatsızlıklar taşıdıklarını düşünüyorlar. Bu araştırmalardan Dunk tarafından 1989 yılında yapılan ve Kanada’da yaşayan Yunan kadın göçmenleri değerlendiren “Yunanlı Kadınların Montreal’de Bozulan Sinirleri” başlıklı bir çalışmasında ve Sayın Aylin Akpınar tarafından yapılan ve bu konuşma kapsamında yararlandığım güzel araştırmalardan birisi olan “Türk Kadınları Açısından Göç Ortamında Sağlık ve Hastalık Tanımları” başlıklı çalışmada onların bu yönde kendi ifadelerine de yer verilmiştir.
Ailenin diğer bireyleriyle (kayınvalide gibi) uyumlu ilişkiler kurabilen, akraba olan göç edenlerle ilişkileri düzgün olan kadınların kendilerini daha iyi hissettiklerini ve kendileriyle ilgili iyilik hâllerini tanımlarken onlara da vurgu yaptıklarını görüyoruz. Fakat bu ilişkilerde bozulma varsa hastalıklarının oranının arttığını görüyoruz. Bu sefer de hastalıklarını tanımlarken araları kimle bozuksa, örneğin eşiyle anlaşamıyorsa ona ya da toplumsal yapıya atıfta bulunuyorlar. Böylece görüyoruz ki özellikle göç eden kadınlarda çevreye uyumla hastalık oranı azalıyor, çevreye uyumsuzluk hâlinde de kendisini biyolojik hastalıkla yansıtmaya başlıyor.
Çok fazla göç alan şehirlerde, meselâ İstanbul gibi yerlerde göç eden kadınların, onların sorunlarıyla ilgilenen kurumlara başvuru oranlarının %70-80 arasında olduğunu görüyoruz. Bunların büyük çoğunluğunun psikosomatik hastalıklar ve özellikle hasta kimliğiyle biraz daha, belki yaşadığı sosyal travmanın paylaşılması isteğiyle temellendirdiğini görüyoruz. Yani hasta kimliği aynı zamanda bir yönüyle bu uyumsuzlukların dışa yansıması ve pasif hâliyle biraz daha ilgi ve farkındalık yaratmak istiyor belki.
Son olarak şunu da söylemek istiyorum: Göç eden kadınların farklı gruplar olduğunu ve bunlar üzerinde yapılan araştırmaların da farklı sonuçlar verdiğinden bahsetmiştim. Örneğin çalışan kadınlarda hastalık oranının düşük olduğunu söyledim. Ancak burada sevdiği işte çalışanlarla sevmediği işte çalışanlar var. Bunlar arasında da istatistiksel bir fark mevcut. Özellikle sevdiği işte çalışan ve kendisini toplumda bir şekilde ifade edebilen kadınların, biopsikososyal açıdan kendilerini çok daha iyi hissettikleri gözlenmiş. Fakat sevmediği bir işte zorunlu çalışanların, hiç çalışmayanlara göre uyum yetenekleri daha fazla, kendilerini daha az hasta hissediyorlar. Ama işlerini sevmedikleri için bunların da kendilerini sağlıklı bulma oranları daha düşük ve daha memnuniyetsizler. Böylece görüyoruz ki göç ve kadın meselesi önemli bir toplumsal sorun. Bireysel anlamda zaman zaman çare gibi görünen göç toplumsal anlamda pek de çare değil aslında. Özellikle ekonomik ve sosyal yapının düzeltilmesiyle, bu sorunlar kuşkusuz ki aşılacaktır.
Sağlık, toplumsal ve ekonomik sorunların yansıdığı alanlardan birisidir. Bir tür ayna görevi gördüğünü düşünmek lâzım. Belki başka kendini ifade biçimi bulamadıkları içim bunun kadınlarda daha belirgin olduğunu gözlemliyoruz. Bunların aşılması içinde ilgili bütün kesimlerin interdisipliner bir biçimde bir araya gelerek üreteceği çözümler yol gösterici olacaktır.
Sonuç olarak, küresel göçün kadınlar üzerindeki etkileri karmaşık ve çeşitlidir. Kadınların göç sürecinde karşılaştığı zorluklara ve fırsatlara dikkat ederek, daha kapsayıcı politikaların ve destek mekanizmalarının geliştirilmesi gerekmektedir. Bu şekilde, göçmen kadınlar daha güçlü ve desteklenmiş bir şekilde yeni toplumlarına entegre olabilirler.
Kadınlar ve çocukların hakları konusunda daha çok çalışmalı, önleyici ve öncelikle korumaya yönelik kurumsal adımlar atmalıyız. Göç etmek zorunda bırakılan kadın ve çocukların “zarar görmelerini önlemek” üzerinde daha da çok çalışmalıyız!