Kuzey Kore'nin Rusya'ya 10 bin kişilik bir askeri birlik göndermesi birçok kaynaktan doğrulanmaktadır. Hatta yaklaşık iki bin askerin Rusya'da eğitim aldığı bildiriliyor. Bu durum, savaşa üçüncü bir ülkenin doğrudan müdahalesi olarak kabul edilmelidir ve meselenin perde arkasındaki gerçeklerin resmen açığa çıkarılmasının kaçınılmaz olduğunu göstermektedir.
Bu haberin olumlu taraflarından biri de Tokayev gibilerinin Rusya’nın askeri gücünün yenilmez olduğu iddialarının boş bir söylem olduğunu kanıtlamasıdır. "Yenilmez" Rusya, Kuzey Kore'den askeri destek alıyor.
Bu bilgiden sonra, dikkatler ve çağrılar yine Batı'ya yöneliyor. Birçok kişi Batı’yı dişsizlikle, yavaşlıkla ve yanlış stratejiyle suçluyor. Aslında Batı, Ukrayna'ya her zaman destek verdi ancak bu destek, savaşın hızla sona ermesi ve Rusya'nın yenilmesi için yeterli olmadı. Bu yetersizlik ise planlı bir şekilde yürütülüyor. Geçenlerde televizyon programlarından birinde bu konuya özellikle değindim: Batı için asıl mesele, yalnızca Putin ve onun temsil ettiği rejimi mağlup etmek değil, bu tür rejimlerin besleyicisi olan şovenist ve emperyalist toplumlar ve siyasi elitlerin mağlup edilmesidir. Tıpkı yakın zamanda Tokayev’in dediği gibi: "Rusya halkının, Başkan Putin'in politikasına desteği tarihle doğrulanmış bir gerçektir."
Bu açıklamayı şöyle de okuyabiliriz: Putin, Rus insanının neyi daha çok istediğini biliyor. Zayıf ekonomi, kazanamadığı bir savaş ve antidemokratik ortam, Rusya'yı yeni bir devrime sürükleyebilir. Ancak Rus insanı için son dönemde kırılmış olan gururunu biraz olsun onarmak daha önemlidir. Rusya’nın dünyaya meydan okuması, tüm ekonomik sorunların önüne geçiyor çünkü Rus insanının özünde şovenizm var. Putin de bunu çok iyi değerlendiren bir liderdir.
Peki soru şu olabilir: Rus insanının gururu ne zaman ve neden kırıldı?
Rusya, II. Dünya Savaşı’ndan sonra büyük güç ve nüfuz kazanmıştı. Doğu Avrupa’nın ve Asya’nın büyük bir kısmını kontrol altında tutuyordu. Güç paylaşımında büyük başarılar elde etmişti. Dünyanın neredeyse yarısına hükmediyordu. Ancak yüzyılın ikinci yarısından sonra durum giderek değişti.
Afganistan savaşı, Kore savaşı, Vietnam savaşı, Balkan savaşları, Irak savaşı, Libya savaşı, Suriye savaşı, uzun yıllardır süren İsrail-Filistin çatışması...
Bu savaşlar ya siyasi olarak bölgedeki gücün korunmasına ya da petrolün paylaşılmasına yönelikti. Rusya, bu savaşların çoğunda bir şekilde yer aldı ve büyük çoğunluğunda ya mağlup oldu ya da kısmi tavizler karşılığında pozisyonunu koruyabildi.
SSCB'nin dağılması ise Rusya'nın tamamen zayıflamasına ve bir dünya süper gücünden bölgesel bir güce dönüşmesine neden oldu.
Varşova Paktı (SSCB'nin başını çektiği) dağıldı.
Rusya, Avrupa’dan (Doğu Avrupa ve Baltık bölgesi dahil) tamamen çıkarıldı.
II. Dünya Savaşı'ndan sonra yapılan güç paylaşımı siyasetine son verildi.
Ukrayna savaşı ise "Rus ordusu" mitini yerle bir etti.
Elbette bu mağlubiyetler, uzun yıllar “dünyanın en güçlüsü benim” diyen Rusların gururuna dokunuyor. Bu nedenle, gücünü kısmen koruduğu eski Sovyet topraklarını tekrar mutlakiyetle ele geçirme isteği doğaldır.
Ancak 60 yıldır dünya siyasetinde kaybeden, daha doğrusu kaybettirilen ve sahip olduğu gücü aşamalı olarak elinden alınan Rusya’ya karşı Batı’nın bugün ihtiyatlı davranışı hakkında düşünmek safdillikten başka bir şey değil. O kadar çaresiz duruma geldiler ki, Kuzey Kore’nin zayıf askerlerine muhtaçlar. Bugün Batı’yı Ukrayna’ya zayıf destek vermekle suçlamak, tarih bilgisi açısından eksik kalmaktır.
Bu arada, Rusya'nın "efsanevi" gücü hakkında anlatılan hikayeleri yayanlara, yukarıda sıraladığım istatistiksel bilgileri sunmanın amacı, halkımızın bu tartışmalardan yararlanarak moralini yüksek tutmasıdır.
Bu savaş başladığından beri ülkemizde Kremlin'e bağlı tüm güçlerin propagandasında ana tema, Batı ülkelerinin Zelenski'yi Gürcü Saakaşvili gibi ortada bırakacağı ve Rusya ile savaşmanın aptallık olduğudur.
Ve bu savaşın esas niteliğini unutmamak gerekir. Bu, sıradan bir toprak savaşı değil. SSCB'nin kurucusu olan üç Slav halkından birinin emperyalist politikadan yüz çevirmesi ve Batı'nın medeni ve siyasi değerlerine, daha doğrusu DEMOKRASİYE yönelmesi, Putin Rusyası'nın SSCB'yi yeniden canlandırma arzusunu sonsuza dek gömmekti.
Kısacası, baskılar her geçen gün artıyor. Hem ekonomik, hem siyasi, hem de askeri olarak Rusya'nın nefesi daralıyor. Bu da elbette Rusya’ya bağlı güçlerin hoşuna gitmiyor ve propaganda makinesi bu çöküş sürecini direniş olarak göstermeye çalışıyor.
Rusya ile anlaşmaya çağırıyorlar, ama anlamıyorlar ki Rusya anlaşmayı anlamıyor. Onun için anlaşmak, boyun eğmek anlamına geliyor. Bunu çok iyi analiz eden Batı düşünce kuruluşları, iyi hazırlanmış bir program çerçevesinde Rusya'yı çöküşe götürüyor.
Aslında bu süreci hızlandırmak için bizim, yani Türk Devletlerinin de ciddi desteğine ihtiyaç vardı ama maalesef bu süreçte yer almadık.
Ukrayna'yı, hatta Avrupa’yı ve modern dünyayı Kuzey’den gelen Orta Çağ karanlığından koruyabilecek bu güç, hiç şüphesiz ki Türklere aittir. Geniş anlamda Türklere.
Ukrayna'da yaşayan Kırım Tatarlarından başlayarak, Rusya'nın içinde yaşayan Kazan Tatarlarına kadar.
Ukrayna, Türk Konseyi'nden Türk Kurultayları platformalarına kadar her alanda Türk dünyasının tüm platformlarına entegre olabilirdi. Ukrayna'nın Türk dünyasının bir parçası olması, Rusya'nın içinde bulunan tüm Türk halklarının Kremlin’in emperyalist siyasetine karşı direnişine ilham kaynağı olurdu.
Öte yandan, ister BDT, ister Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü, isterse Avrasya Ekonomik Birliği’ne üye olan Türk cumhuriyetleri, Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik ekonomik ve siyasi ilişkilerine engel olabilir ya da en azından destek vermeyeceklerini sert bir şekilde bildirebilirlerdi. Ancak bunların hiçbiri olmadı. Bu yüzden ara sıra Batı'yı dişsizlikle suçladığımızda, biraz da kendimiz hakkında düşünmeliyiz. Batı, 60 yıldır Rusların sahip olduklarını tek tek elinden alıyor ve bu süreç başarılı bir şekilde devam ediyor. Yüz Kuzey Kore bile olsa fark etmez.