Bir Afrika atasözü: Totdat die leeus hul eie historici het, sal die boeke die jagter prys. Aslanlar kendi tarihçilerine kavuşuncaya kadar kitaplar avcıyı övecektir.
Alman şair yazar Bertolt Brecht ise: Yenilenlerin tarihini, yenenler yazmıştır. Der.
Hatırlanacağı gibi Munis Tekinalp sahte isimli Yahudi Moiz Kohen Türkün yeni amentüsü adlı bir metin hazırlamıştı.
“Kahramanlığın örneği olan ve vatanın istiklâlini yoktan var eden Mustafa Kemal’e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına, mücahit analarına ve Türkiye için ahiret günü olmadığına iman ederim. İyilikle fenalığın insanlardan geldiğine, büyük milletimin medenî cihanda en büyük mevkii kazanacağına, hamaset dasitanlarıyla (destanlarıyla) tarihi dolduran kudretli Türk ordusunun birliğine ve Gazi’nin Allahın en sevgili kulu olduğuna, kalbimin bütün hulûsiyle şehadet (içtenliğiyle tanıklık) eylerim.”
Bu metin İslam akidesine aykırıdır. Hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğini ve Ahiret inancını kasıtlı bir şekilde ret etmektedir.
Bu kişi bir hahamın oğlu olup, kendiside haham eğitimi almış, mason locasına girmiş Siyonist bir Yahudi’dir. Sormak lâzım; Yahu senin Türkçülükle ne alakan var?
Moiz Kohen 1961’de Fransa Nice şehrinde öldü ve “ölünce beni Türkiye’ye götürmeyin buradaki Yahudi mezarlığına gömün” diye vasiyet eden biridir.
Yazdığı kitaplara bakıp aldanmamak mümkün mü? Üstelik Moiz Kohen değil Munis Tekinalp adıyla Turan, Büyük Türklük, Türkçülük, Türkleştirme, Kemalizm, Türk Ruhu kitaplarını yazdı. Ayrıca Türk yurdu dergisinin de yazar kadrosundaydı
Amaç bellidir. Harf devrimi yapılmış, eskisi yasaklanmış, Latin harfleri dil devrimiyle de desteklenince “kütüphanelerimiz yeni nesil için bir anlam ifade edemeyecekti” Yeni nesil tarihinden ve değerlerinden kopuk olacaktı. Bu ifsat işinde Moiz Kohen gibi kişiler yazdıklarıyla görev yaptılar.
Osmanlı bir imparatorluktu. Bünyesinde çok sayıda etnik kimlik barındırıyordu. Yönetim; Kayı boyundan gelen Osmanlı hanedanında idi. Moiz gibi görevlilerin amacı “Irkçı bir Türkçülük” pompalamaktı. Bu sayede birliğin çimentosu olan dinden uzaklaşılacaktı. Bu sebepledir ki; Müslümanlığı Arapçılık olarak lanse ettiler. Sonuçta nereye varılmıştır: Müslüman coğrafyada Türkçülük Arapçılık düşmanlık seviyesine çıkmış, Türkler dinden uzaklaştı, Araplar bize ihanet etti kavgası yaparken; (bizi birbirimize düşürenler) Fırsatı değerlendirmiş, İmparatorluk tarihten silinmiştir. Bugün bile hala batının Türkiye’yi bölme planları ile savaşıyoruz.
Tarihimizi çarpıtıp silmeye çalıştılar. Benim yaş kuşağımda olanlar; 1916 yılında İngiliz ordusunu kesin olarak mağlup edip esir aldığımız “Kut’ül Amare” diye bir zaferimiz olduğunu elli yaşından sonra duyabildiler. Milli Eğitim Bakanlığı kitaplarında bu zafer yer almıyordu. Merhum Turgut Özal’ın Japon uzmanlara yaptırdığı araştırmada “sizin eğitiminizde milli ruh eksik” demişlerdi. Bakanlığın adı Milli idi ama içi kendi öz değerlerine karşı “Gayrimilli” idi.
Keza 30 Ağustoslar, 1926'dan itibaren “Zafer ve Tayyare Bayramı” olarak kutlandı. Fakat II. Dünya Savaşı sonrasında, güvenliğimizi istihbaratımızı ABD’ye bağlayınca;
“30 Ağustos Zafer ve Tayyare Bayramı”nın “Tayyare” kısmı unutturuldu. Çünkü uçak satanlar, uçak yapımını hatırlatan bayram istemiyordu. Ne zaman ki; savunma sanayinde mesafeler kat ettik, insansız uçak üreten bir ülke olduk, unutturulan “Tayyare” kısmını hatırlar olduk.
Tarih kitaplarımız bize Sultan Vahdettin’i “hain” olarak tanıttı. Ne zaman Ecevit çıktı beklenmeyen bir çıkışla “Vahdettin hain değildi” dedi Türkiye’de bir ezber bozuldu.
Memleketi düşman işgaline açık bir hale getiren ve parça parça işgal ettiren Mondros Mütarekesi’nin, altına imza atan kadro, (Rauf Orbay) Başbakanlığa kadar yükselip, büyük devlet adamı vasfını kazanmıştı. Sultan Vahdettin ise imzalamadığı ama vakit kazanmak, itilaf devletlerini oyalamak için sumen altı ettiği “onu elime aldığımda acı bir ürperti hissettim. Asla imzalamadım imzalayamazdım da. Kafama silah dayasalardı istifa edecektim ama imzalamayacaktım” dediği ve üzerinde de imzası bulunmadığı ve hiçbir zaman yürürlüğe girmeyen, tarihe de “Kadük antlaşma ya da proje” diye geçen “Sevr” den dolayı vatan haini oluyordu.
Mondros’u imzalayanlar İstanbul’a döndüklerinden 13 gün sonra, Mondros’un 7. maddesine dayanarak 13 Kasım 1918 günü, 22’si İngiliz, 12’si Fransız, 17’si İtalyanlara ve 4’ü de Yunanlılara ait olmak üzere 55 parçadan oluşan İtilaf donanması İstanbul Boğazına demir attı. 15 Kasım günü bu rakam 167’ye yükselmişti. (İstanbul işgal edilmişti) Bu şartlar altında bile Sevr’in yürürlük kazanması için atılacak son imza Vahdettin tarafından atılmamıştır. Yine o şartlarda Mustafa Kemal Paşa gerçekte Milli Mücadeleyi başlatmak için Anadolu’ya gönderilmiştir. Görünüşte ise ordu müfettişi olarak gitmişti. Atatürk, Veliaht Vahdettin’in 15 Aralık 1917 tarihinde çıktığı Almanya gezisine, "ordu temsilcisi" olarak katılmış; kendisini "İttihatçı karşıtı" olarak tanıtmıştı! Vahdettin Osmanlı’yı batıran İttihatçıları hiç sevmiyordu. Paşa ile samimiyeti
O yolculuk sayesinde olmuştur.
Sevr için ise Mustafa Kemal Paşa Nutuk’ta;
“…Efendiler! Mondros’tan sonra Türkiye’ye galip devletler tarafından dört defa sulh şartları teklif edilmiştir. Bunlardan biri Sevr Sulh Projesidir. Bu proje, hiçbir müzakerenin mahsulü olmayıp İtilaf devletleri tarafından Yunan Başbakanı Mösyö Venizelos’un da iştirakiyle tanzim ve Vahdettin Hükümeti tarafından 10 Ağustos 1920 de imza edilmiştir. Hükümet imzalamış ama Padişah imza etmemiştir.
Bu proje, TBMM’ce bir münakaşa konusu bile addedilmemiştir. Demektedir
Dikkat edilirse Atatürk; bu metni daima proje diye isimlendirmekte ve projenin imzalanışını Vahdettin’in Hükümeti tarafından diyerek Vahdettin Han’a değil, hükümete izafe etmektedir) Hatta İsmet İnönü bile kendi hatıralarında Sevr’den bir anlaşma olarak değil, bir proje olarak bahsetmektedir) (Tarihçi Ahmet Anapalı)
Ne diyordu Cemil Meriç: Haçlıların en büyük zaferi, tarih kitaplarımızdır.