Herkesin içinde saklı bir yara vardır; bu yara, bazen şifa sunmanın değil, eksikliğin ve kusurun bir hatırlatıcısı olarak yankılanır. Carl Gustav Jung'un "yaralı şifacı" arketipi genellikle iyileştirme gücüyle anılsa da, bu gücün temelinde yatan kırılganlık ve eksiklik daha az konuşulur. Oysa bu kusurlar, insan olmanın kaçınılmaz bir parçasıdır.
Bir yara, iyileştirici olduğu kadar taşıdığı yükle de belirginleşir. Çoğu zaman, bu yükü taşımak, kapatmak veya bastırmak bireyin kendi hayatında çatlaklar açar. Yaralı bir şifacı, yardım ettiği kadar yaralar da. Çünkü kendi kusurlarıyla baş edemeyen veya yüzleşmekten kaçınan birinin, başkalarının yaralarına dokunmaya çalışmasıfarklı tetiklenmelere ve karmaşaya yol açabilir. Bu arketip, bir tür paradoksu temsil eder: Şifa verme arzusu, bireyin kendi eksikliklerinden kaynaklanır, ancak bu eksiklikler şifayı tam anlamıyla sunmasını engeller.
Yağız Gönüler bir yazısında şöyle der: "Her yara bir pencere açar ama bazen o pencereden yalnızca rüzgâr girer." Yaralı şifacı, başkalarına yardım etmeye çalışırken kendi yaralarını daha da derinleştirebilir. Kusurlarını gizlemeye çalışmak, bu kişiyi hem kendinden hem de yardım ettiklerinden uzaklaştırabilir. Belki de en tehlikelisi, şifacının kendi kusurlarını unutmaya çalışarak başkalarının yaralarına odaklanmasıdır. Fayda beklenen şifanın, yeni yaralara zemin oluşturması hem “şifacıya” hem başkasına zarar veren bir döngü yaratır.
Yaralı şifacının kusurları, genellikle fark edilmez ya da görmezden gelinir. Bir dost, bir ebeveyn ya da bir lider... Misyonu her ne olursa ya da her kim olursa olsun, yardım etme çabası içinde bir noktada hatalar yapar. Ve bu hatalar, çoğu zaman iyileşmek isteyen kişilerin üzerinde derin izler bırakır. Jung'un işaret ettiği gibi, "Kendi yarasıyla yüzleşemeyen biri, başkalarının yarasına dokunamaz." Ama ya bu yüzleşme hiçbir zaman tam olarak gerçekleşmiyorsa? Söz konusu yaralı şifacı, kendi kusurlarının ağırlığını taşımaktan ya hep kaçıyorsa?
Kusurlarımızı kabul etmek, temeline inmek çoğu zaman onlardan kaçmaktan daha zor ama daha gereklidir. Kitaplığın tozlu raflarını kurcalamak cesaret isteyebilir; tıpkı kendi kusurlarımızla yüzleşmek gibi. Ancak uzanmadıkça, o raf hep erişilmez kalır ve üzerindeki toz yalnızca birikir. Kusurlarımızın üzerine gitmediğimizde, bizi daha da derin bir karanlıkta bırakırlar. Onlara dokunmak ise ilk başta zor gelse de, içlerinde saklı olan gerçeği keşfetmenin yegâne yoludur.O yüzden belki de en önemli soru şu olmalı: "Kendi kusurlarımızı ne zaman ve nasıl kabulleneceğiz?"
Günümüz dünyasında, özellikle yardım eden rollerin romantize edilmesi, yaralı şifacının kusurlu yanını daha da görünmez kılıyor. Varsayalım öğretmenlerin, liderlerin ya da ebeveynlerin her zaman güçlü, kusursuz ve yol gösterici olması gerektiğine dair yaygın bir inanışınolması gibi. Oysa bu inanış, onların insan yanını gölgede bırakıyor. Her insan gibi, yaralı şifacılar da kırılgan, hata yapmaya meyilli ve eksiktir. Kusurlarımız bizim en insani yanlarımızdır. Ve bu yanlarımızı gizlemek yerine ortaya koyduğumuzda, gerçek bir bağ kurmak mümkün olur. Yağız Gönüler'in dediği gibi: "Bir yara her zaman bir hikâye anlatmaz. Bazen sadece sessiz bir kusuru gösterir." Kusurlarımızı görmek ve onlarla yaşamayı öğrenmek, belki de hem kendimize hem başkalarına en büyük şifadır.