Gazze'de bir sokak…
Toz ve dumanla kaplanmış, enkaz yığınlarının arasından hafif bir gülümseme sızıyor. Elindeki oyuncağa dönüşmüş paslı bir teneke kutuyla, cebindeki şekerleri patlayıcı düzeneklere bırakan bir dünyaya gözlerini açmak… Gecesi kolay gitmeyen, sabahı kolay gelmeyen bir coğrafyada, Filistin'de çocuk olmak… Daha doğduğun gün, ölmek için bir neden sunulur avuçlarına. Irk, kültür, coğrafya fark etmeksizin dünyanın her yerinde çocuk olmak, masumiyetin ta kendisi demektir; fakat Filistin’de bu masumiyet, ölümle burun buruna gelmekten öteye gitmez. Her yeni gün, oyun arkadaşlarının birer birer eksildiğini fark ederek uyanmaktır Filistin’de çocuk olmak. Ve o kayıp yüzlerin ardında, hiçbir zaman anlam veremeyeceğin bir adaletin ağırlığını taşımaktır küçücük omuzlarında.
Ama yine de...
Objektifini sana doğrultan bir savaş muhabirine, elinde tuttuğu sanki bir ağaç dalıymış gibi gülümsemektir Filistin’de çocuk olmak. Bir şekilde, her şeye rağmen gülümseyebilmektir.
Nasıl dayanırlar? Nasıl yaşarlar? Nasıl sessizce, fark edilmeden göçerler bu dünyadan? Orada doğmadığın, o sokaklardan geçmediğin sürece anlayamayacağın bir şeydir bu.
Modern dünya, şirin maskelerin ardına gizlenirken, bu çocukların sesi giderek daha fazla kısılıyor. Seslerini duyabilmek için sadece biraz durup düşünmek gerekiyor: Bir çocuk, şiddetin ve travmanın ortasında nasıl bir gelecek hayal edebilir?
Sinan Canan, insan zihninin şaşırtıcı uyum yeteneğinden sıkça bahseder. Beynimiz, yaşadığı travmaları "normalleştirerek" ayakta kalmaya programlanmıştır. Ancak bu "normalleşme", çocukların saf düş dünyasını yerle bir eder. Bir zamanlar oyun alanı olan sokaklar, artık savaş alanı olmuşsa, çocuk zihni, hayatı devam ettirebilmek için korkuyu olağan bir duruma dönüştürür. Ne yazık ki bu uyum, ruhlarında ve tabiatlarında derin yaralar bırakır.
Savaşın ortasında büyüyen bir çocuk, belki de geride yalnızca kendisinin kaldığı evinin duvarında çizdiği resimde kendini ifade eder. O resim, şiddetin bütün acımasızlığına rağmen, hala bir ev, bir ağaç ya da bir gökyüzü çizebilen bir çocuğun umududur.
Bir diğer gerçeklik ise, savaşın bu çocukların kimliği üzerinde bıraktığı silinmez izdir. Bir gününüzü hayal edin: Sabah kalktığınızda bir patlama sesiyle uyandınız, öğlen oyun oynarken yakın bir arkadaşınızı kaybettiniz ve akşam bir ekmek parçası için sırada beklerken korkuyla titrediniz. Bu hayatı yaşayan bir çocuğun geleceği üzerine derin bir sessizlik çöker. Peki, bu sessizliği kim bozacak?
Seni elindekiler için şükretmeye, sevdiklerine daha fazla sarılmaya, bu kısa ömür içinde daha anlamlı şeyler yapmaya zorlayan bir gerçektir Filistin’de çocuk olmak. Hayatın hızla tükenirken, bir çocuğun yapabileceğinden çok daha fazlasını yapmaya çalışmaktır Filistin’de çocuk olmak. Doğru ya da yanlış, sana öğretilenlerin ışığında; yaşamın pahasına, bir oyunun içindeymiş gibi, özlemini duyduğun babanı ve abini yeniden görebilmek umudunu taşımaktır..
Herkesin harcı değildir Filistin’de çocuk olmak. Bu, küçük bedenlere sığmayan büyük acıların, her anıyla direnmeyi, yaşamayı, anlamayı ve bir gün daha ayakta kalmayı öğrenmenin başka bir adıdır.
Son sözümüz de şu olsun: Filistin’in çocukları, dünyanın sessiz izleyicileri değil, bu dünya üzerindeki en cesur direnişçilerdir. Her patlama, her güz ve her kış onların masallarını daha gür bir sesle anlatmasına vesile olur. Ve bizler, bu hikayeleri duydukça ve duyurdukça, belki de dünya daha adil bir yer haline gelir.