Zeynep DURAK

Tarih: 13.12.2025 19:10

İnanç, Merkez ve Muhafazakâr Düşüncenin Güncel Yeniden Konumlanışı

Facebook Twitter Linked-in

Modern siyasal tartışmalar uzun süre sağ–sol ekseninde okunmuştur. Ancak günümüzde bu ayrım, açıklayıcı gücünü büyük ölçüde yitirmiştir. Bugün yaşanan çatışma, klasik ideolojik karşıtlıklardan ziyade, toplumların hangi değer etrafında merkezleneceği sorusu üzerinden şekillenmektedir. Bu bağlamda mesele, sağın ya da solun kazanmasından çok, merkezin neyle doldurulacağı meselesidir. Giderek daha açık biçimde görülmektedir ki sekülerlik, bu merkezi uzun vadede ayakta tutabilecek bir anlam ve ahlak zemini üretmekte yetersiz kalmıştır.

Sekülerlik, tarihsel olarak belirli bir bağlamın ürünüdür. Avrupa’nın din savaşları sonrası yaşadığı yıkım, dini kamusal alandan dışlama yönünde güçlü bir refleks doğurmuştur. Bu refleks, başlangıçta siyasal istikrarı sağlama ve bireysel özgürlükleri koruma işlevi görmüştür. Ancak sekülerlik, zaman içinde bir araç olmaktan çıkıp amaç hâline gelmiş; kutsalın tümüyle dışlandığı, ahlaki referansların göreli hâle geldiği bir düzen inşa edilmiştir. Bu dönüşüm, toplumsal bağların zayıflaması, ortak değerlerin aşınması ve bireyin yalnızlaşması gibi sonuçlar üretmiştir.

Bugün Batı toplumlarında gözlemlenen kimlik krizleri, toplumsal parçalanma ve ahlaki belirsizlik bu bağlamdan bağımsız değildir. Hak ve özgürlük söylemi genişlemiş; ancak sorumluluk, sınır ve yükümlülük kavramları aynı ölçüde güçlenmemiştir. Seküler düzen, bireyi özgürleştirmiştir; fakat aynı zamanda onu normatif bir boşluğun içine bırakmıştır. Bu durum, sekülerliğin toplumsal düzen kurucu kapasitesinin sınırlı olduğunu göstermektedir.

Papa’nın son dönemdeki sembolik değeri yüksek ziyaretleri bu çerçevede okunmalıdır. Bu ziyaretler yalnızca dini ya da diplomatik temaslar değildir; modern dünyanın, inancı kamusal alanın dışına tamamen iterek sürdürülebilir bir düzen kuramayacağını kabul edişinin göstergeleridir. Küresel ölçekte, dinin ve inancın yeniden kamusal ve siyasal düşüncenin merkezine doğru çekildiği gözlemlenmektedir. Bu durum, yeni dünya düzeninin seküler bir boşluk üzerine değil, anlam ve ahlak üreten bir merkez etrafında şekilleneceğini düşündürmektedir.

Bu noktada Dante’nin İlahi Komedya’sı önemli bir teorik referans sunar. Eser, yalnızca teolojik bir anlatı değil; aynı zamanda güçlü bir ahlak ve düzen teorisidir. Dante’nin cehennem tasviri kaotik değildir; son derece sistematik ve hiyerarşiktir. Her günahın belirli bir karşılığı, her sapmanın belirli bir sonucu vardır. Dikkat çekici olan, en ağır cezanın şiddete değil, ihanete ayrılmış olmasıdır. Çünkü ihanet, bir düzeni dışarıdan değil, içeriden çökerten bir eylemdir. Bu yaklaşım, toplumsal düzenin yalnızca kurallarla değil, sadakat ve ahlaki bağlılıkla ayakta durabileceğini vurgular.

Dante’nin cennet anlayışı da benzer biçimde sınırsız özgürlük üzerine değil, ölçü, uyum ve yer bilinci üzerine kuruludur. Her varlık kendi konumunu bilir; her eylem bütünle uyum içindedir. Bu yaklaşım, muhafazakâr düşüncenin temel ilkeleriyle doğrudan örtüşür. Muhafazakârlık, bu anlamda özgürlüğe karşı değil; ölçüsüzlüğe karşıdır. Sınır bilincini, sürekliliği ve ahlaki referansları korumayı amaçlar.

Muhafazakârlığın sıkça “geçmişe özlem” olarak sunulması, kavramın yüzeysel okunmasından kaynaklanır. Oysa muhafazakârlık, geçmişi idealize etmekten çok, toplumsal hafızayı ve değer sürekliliğini koruma çabasıdır. Her şeyin yapılabilir, her isteğin meşru ve her talebin hak olarak görüldüğü bir düzene karşı uyarıda bulunur. Bu yönüyle muhafazakârlık, kaotik dönemlerde düzen kurucu bir işlev üstlenir.

Seküler düşüncenin merkezsizleştirici etkisine karşılık, inanç merkezli bir yaklaşım insanı sınırlı, sorumlu ve anlam arayan bir varlık olarak konumlandırır. İnanç, bireye yalnızca neyi yapabileceğini değil, neyi yapmaması gerektiğini de hatırlatır. Bu sınır bilinci, toplumsal düzenin ahlaki temelini oluşturur. Bu nedenle inanç, modern dünyada yeniden kurucu bir referans olarak ortaya çıkmaktadır.

Bugün “sağın kazandığı” yönündeki tespit, dar anlamda bir siyasi başarıya indirgenemez. Bu, anlamın, geleneğin ve inancın yeniden merkeze yerleşmesidir. Sekülerlik tarihsel bir evre olarak işlevini yerine getirmiştir; ancak kalıcı bir toplumsal merkez üretme kapasitesi sınırlıdır. Muhafazakârlık ise süreklilik, ahlak ve düzen iddiası taşır.

Sonuç olarak, yeni dünya düzeni inancı dışlayan değil; onu yeniden yorumlayarak merkeze alan bir yönelim göstermektedir. Toplumlar, merkezsiz bir özgürlükten ziyade, anlamlı bir düzen arayışındadır. Tarihsel deneyim göstermektedir ki kalıcı olan, sınırlarını ve değerlerini koruyabilen yapılardır. Merkez, yeniden kurulmaktadır ve bu merkez, seküler bir boşluk değil; inançla beslenen bir anlam alanıdır.


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —