Anayasa ile ilgili yazılarda geçen iki kelimenin anlamını vererek başlayalım.
Açıklama yapma sebebim 1921 ve 1924 anayasaları halkoyuna sunulmadı ama 1961 ve 1982 anayasaları halk oyu ile kabul edilmiştir itirazlarıdır. Bu noktada aşağıdaki iki kelime katılım ve demokrasi açısından önem kazanmaktadır.
Referandum Parlamento tarafından kabul edilen bir kanunun yürürlüğe girebilmesi için halk çoğunluğu tarafından da kabul edilmesidir. Referandum yapılmasını isteyen, halkın seçtiği temsilcilerdir. Oylanan ise, halkın temsilcilerinin hazırladığı metindir
Plebisit ise fiilen iktidarı ele geçirenlerin hazırladıkları metinlerin bir tartışma ortamı olmaksızın, blok halinde ‘evet” ya da ‘hayır” sonucunu almak için halkoyuna sunulmasıdır (açık anlatımı ile darbecilerin yaptıkları anayasaların oylanması plebisit olarak adlandırılır. Oylanan şey halkın ve seçtiklerinin katılımı olmadan hazırlanan metinlerdir) Referandumda katılım ve demokrasi vardır halk etkendir, Plebisitte ise halk edilgendir. Mesela: Hayır çıkarsa demokratik sisteme geçmeyiz, askeri idare devam eder korkusu pompalanır.
27 Mayıs 1960 darbesinden sonra kamuoyunda dolaşan bir söz vardı. “Her on yılda bir darbe” Bu dönemlerde darbecilerin elinde çekiç, ülke hukuku örs üzerinde şekilden şekle sokulmuştur. Her dönem bir önceki dönemden daha kısıtlayıcı değişiklikler getirmiş, siyasi duruş törpülenmiştir. İşin kötü tarafı bu törpülenme de siyasi partilerin çıkar hesabı yaparak kendi içinden çıkardıkları da katkı koymuştur. Hukuka yapılan müdahaleler bu dönemlerde hiçbir zaman hukukun üstünlüğünü sağlamak için yapılmamıştır. Siyasi çıkarlar, siyasi intikamlar daima önde olmuştur. Ülkemiz insanı bir nevi açık hapishane hayatı yaşamış, özgürlükler kısıtlanmıştır.
1971 yılında yapılan müdahaleye siyasi partiler hiçbir ciddi tepki vermemiş, hatta tam tersine sonrasında oluşturulan muhtıra hükümetlerine de destek vermişlerdir.
Dönemin CHP’si ve onun lideri İnönü de bu destekçilerden birisidir. Muhtıracıların kendilerinden gördüğü ve bu nedenle de hükümeti kurma görevi verdiği, “gerektiğinde demokrasilerin üstüne şal örtmeli” vecizesi nedeniyle “Şalcı Nihat” olarak bilinen Nihat Erim’in kurduğu I. Muhtıra Hükümeti İnönü tarafından desteklenmiş ve CHP bu hükümete üye vermiştir.
Parti içinde genç bir siyasetçi olan Bülent Ecevit ise; kendi partilerinden bir siyasetçi olması, daha önce partinin yayın organı Ulus gazetesinin başyazarlığını yapmış olması ve muhtıra öncesi CHP senatörü olması gibi “meşrulaştırıcı” argümanlar nedeniyle Erim hükümetinin İnönü tarafından desteklenmesine karşı çıkmış, genel sekreterlik görevinden istifa ederek İnönü’ye bayrak açmıştır.
Ecevit bilerek ya da bilmeyerek, kendi iradesiyle ya da başka bir gizli elin yönlendirmesiyle, sebep her ne olursa olsun tarihin kendisine sunduğu fırsatı inanılmaz bir biçimde iyi değerlendirmiştir. “Halkçı Ecevit” sloganı; bu karşı çıkışın ve fırsatı iyi değerlendirişin bir ürünüdür. Bülent Ecevit hem darbecilere hem de CHP içinde darbe sürecini destekleyen parti elitine karşı çıkmıştır. Bu karşı çıkışın nedenleri üzerinde farklı tartışmalar yapmak mümkün olsa da açık olan bir şey var ki; bu olay sayesinde halk Ecevit’e kredi açmıştır. Halkın açtığı bu kredi sayesinde Bülent Ecevit liderliğindeki CHP yüzde 33’lük oy oranıyla 1973 seçimlerinin, yüzde 41’lik oy oranıyla da 1977 seçimlerinin galibi olmuştur. 1973 seçimlerindeki başarının 1977 seçimlerinde daha da artması Bülent Ecevit’in darbeciler tarafından devamlı dışlanan İslamcı siyasete (CHP ve MSP koalisyonu) hükümet kapılarını açacak kadar “uzlaşmacı” tavrı olmuştur. Bülent Ecevit’e bu kredinin son kez seçimlerden birinci parti çıktığı 1999 seçimlerine kadar katkı sağladığı da hatırda tutulmalıdır.
Anayasa geçmişe baktığımızda ne görüyoruz? Tarih ders kitaplarının başlıklarını hatırlayalım Sened-i İttifakla başlayan Tanzimatın ilanı, Meşrutiyetin ilanı, Cumhuriyetin ilanı. Acaba bizim kadar “ilana” önem veren bir başka devlet var mı? İlan edilenler toplumun talebi miydi? Ya da toplum tarafından özümsendi mi? hiçbir dönemde yeterince önemsenmedi. Dikkat ederseniz yukarıda sayılanların tamamı, devlet erkini kullanan güç tarafından projelendirilmiş, karar verilmiş ve ‘‘ilan edilmiştir’’ halka da buna ayak uydurmak düşmüştür. Bu nedenle anayasalarımız “demokrasi züğürdü” dür
Bizde ıslahat hareketleri 21.yüzyıla kadar her zaman yukardan aşağıya dayatılmıştır. Bu düzenlemeler “Kervan yolda dizilir” inancıyla yapılır ama sürpriz sonuçlar da kaçınılmazdır. İki asırdır Topluma biçim verilmiş ama bu tabandan gelen isteklere göre değil, toplumun dizginlerini elinde tutan yöneticilerin isteklerine göre, muhalefete de şans tanımadan yapılmıştır. Bu tepeden inmeci tavır yüzünden toplum istekleri göz ardı edilerek yapılan “ilerlemeci” hamleleri mehter yürüyüşüne benzetebiliriz. İlerleme yerine reel olarak sürgit geri kalma halidir bu.
Son cümleler bazı okuyucular için biraz ağır oldu sanırım. Yazılarımda pek müracaat etmem ama mehter yürüyüşü ile ilgili bir fıkra geldi aklıma. Fıkra bu ya: Cennetin kapıları güm güm çalınır. Rıdvan melekleri kim o diye sorar. Biz İstanbul’u fetheden Fatih’in fedaileriyiz derler. Kapılar açılır içeri alınırlar. Aradan 40 gün geçer cennetin kapıları yine güm güm diye çalınır. Kim o sorusuna, biz İstanbul’u fetheden Fatih’in fedaileriyiz derler. Rıdvan melekleri: onlar 40 gün önce geldiler deyince; biz mehter takımıyız iki öne bir geri ancak gelebildik. İşin doğrusu darbeciler mehter takımını bile mumla aratmış her anayasada bir öne iki geri gittik. Demokratik gelişim, insan hakları, hukukun üstünlüğü noktalarında hep geri geriledik.
Anayasa ya da İngiltere’deki gibi temel yasalar ülkenin beyni mesabesindedir. Kâğıt zerine yazılı basit bir belge olarak bakılamaz. Mesela biz ilk anayasamız 1876 Teşkilatı esasiye ile korkunç toprak kaybettik. Sebebini de açıklayalım.
İngiliz etkisiyle Sultan Abdülaziz’in öldürülmesinde suç ortağı olan Mithat Paşa ve ekibi II. Abdülhamit hanı bir anlaşma sonucu (aslında dayatma) tahta çıkardılar. Bu dayatma I. Meşrutiyetin ilan edilmesiydi. Meşrutiyetin ilanıyla parlamentolu sisteme geçilmişti. (Parlamenter monarşi) O günkü ortamda meşrutiyet rejimi (Onay makamı Padişah ve kanun yapma yetkisine sahip meclis /Parlamenter monarşi) çok riskli bir girişimdi. Çünkü Fransız devriminden sonra bağımsızlık idealiyle bir türlü uslu durmayan milletlerin, parlamentoda etkin olması demekti. Seçimler sonucu meclise 69 Müslüman temsilci 46 azınlık temsilcisi seçilmişti. Alman Bismark bile sonuçlarının çok tehlikeli olacağını görmüş eleştirmiştir.
Abdülhamit’in o an yapabileceği bir şey yoktu. Yeni padişah olmuştu, devletin dümeninde Mithat Paşa ve ekibi vardı. Meşrutiyetin ilanıyla kurulan parlamentoda Türk vekillerden çok azınlık milletlerin mebusları vardı, (çünkü 69 Müslüman vekilin tamamı Türk değildi)
Padişah Abdülhamit istemese de karşı olsa da tahta çıkışının yedinci ayında o meclis, Osmanlı devletini Rusya ile savaşa sokmuştur. O savaşta Ruslar Yeşilköy’e gelmiş karargâh kurmuştur. Osmanlı ağır şartlar içeren Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşmasını imzalanmıştır, ancak Abdülhamid Han’ın siyasî dehasıyla, bu antlaşma yürürlüğe girmemiştir. Abdülhamit han Avrupa devletlerini Osmanlı’ya arka çıkmaya mecbur etmiştir. Çünkü bu antlaşma, Rus nüfuzunu son derece arttırdığından, Avrupalılar telaşa düşürmüştü. Avrupa devletlerinin katılımı ile düzenlenen Berlin Antlaşması’na göre (13 Temmuz 1878}, önceki antlaşmanın bazı maddeleri hafifletilmiştir. Ancak, Osmanlı Devleti bu antlaşmaya göre, bugünkü Türkiye’nin üçte birine yakın toprak ve büyük nüfus kaybına uğramıştır. Ayrıca. 300 milyon altın franklık savaş tazminatı ödeme mecburiyetinde bırakıldı. Balkanlarda ise Sırbistan, Karadağ ve Romanya bağımsız birer devlet oldular.
Neden? Anayasa ile meclise giren azınlıklar Türkler karşısında çoğunluk olmuştu.
O anayasada açık bırakılan bir kapıyı değerlendiren Abdülhamit, hemen meclisi feshetti ve 33 yıl ülkeyi yönetti.